Kültür

Ben bu dünyanın yabancısıyım!

İnsan gittiği yere kavramlarını ve hikâyelerini de götürür; gittiği yerden hikâyelerle ve nice anlamlarla döner.

20 Nisan 2018 Saat: 10:47
Ben bu dünyanın yabancısıyım!
Ben bu dünyanın yabancısıyım!
Evden çıkıp yeni bir yolculuk için adım atmak bana harftir. Hedefe yaklaştıkça sözcük, varınca cümle olurum. Huyum değişmedi, evden ilk adımımı attım, harf olarak bastım yere; ba... Yürümeye başladım; sözcük... Size garip gelebilir ama evden yatılı okul için çıktığım on iki yaşımdan beri halim böyledir. Hiç unutmam, bizi şarkıların gölgesinde büyüten annem, “Harf kadar çocuk henüz kelime bile değil” diye dillenmiş ve bir tas şarkı okunmuş su dökmüştü peşimden.

İnsan bazen geçmiş ile şimdiyi, âh ile aşkı ayırt edemiyor. Hele de aradan elli yılı aşkın bir zaman geçmişse… Tüm kuşların Anka gibi baktığı, gagasından besmele taşıyan Hüthüt gibi öttüğü, bülbül gibi hem âh hem aşk çektiği bir gündü… Dilimin altında şiirler, zihnimde sorular otobüse bindim. Yol kısalsın diye gözümü yumdum. Yol bitsin diye rüyayı yarıda kesip Edirne otogarına vardığımda, harfin hedefine varmasının mümkün olduğunu anladım; ba... Beni yola çıkmak için azdıran harf, sesle birlikteydi artık hatta sesten ibaretti... Varmıştım, artık cümleydim. Kırk noktamdan birini cümlenin sonuna kondurup otobüsten indim. Beyaz keten giysiler içinde “musikâr kuşu” gibiydim, bir Çingene üflese rüzgârlı sesler çıkarabilirdim. Bize taşlardan haber uçuran Mimar Sinan, sınırın ötesinde aktıkça hayret içen Meriç dışında tanıdığım yoktu…

Benim için bir şehir öncelikle kokudur. Yağmurdan sonra Antalya portakal; Lefkoşa yasemin; Diyarbakır, dil ve harf kokusu ve “kayıpların gözbebekleri” karpuz çekirdeğidir. Orada, tanıdığım, tanımlayabileceğim bir koku karşılamadı beni. Yolda okuduğum kitaptan altını çizdiğim, “Hayat, teorinin peşinden gidebilir mi? Hayat hiç teoriyi taklit edebilir mi?” cümlesinin gölgesinde yönsüz bir kırlangıç gibi yürümeye başladım. “Taklit” bir şehirdi harf bastığım şehir, ses ve tarih taklidiydi. Merkezde minibüsten indim. Sınır şehirleri genellikle kızgın olurdu, sakindi. Sürekli şaşkın olmak sınırda olmanın hallerindendi, değildi. Biz herhangi bir “oraya” vardığımızda hakikat genellikle orada olmaz sanki korkup kaçardı karşılaşmaktan. Sanki öyleydi. Kalbindeydim ama şehir yerinde değildi sanki. Kalbi onu terk edince bedenini ezber ediyor gibiydi, o da giderse hali nice olurdu. Her söz derdi kadar derindi, içi dışından azdı…

Kitap dolu valizimi sürükleyerek Kitap Fuarı’nın adresini sormaya başladım. Kime sordumsa sözbirliği edercesine “Ben bu şehrin yabancısıyım!” diyordu. Sınır ve üniversite şehriydi; “Galiba bu şehirde ‘yabancılar’ çoğunluk olmuş!” diye düşünmeye başladım. Sora, sora Kâbe'yi bulmaya çalışan topal karınca gibiydim. Varamasam da illâki uğruna ölecektim! Bir zaman kendi eksenimin ve sözlerimin etrafında döndükten sonra, sağımdan-solumdan geçen şehir sakinlerini unutup kitapla ilişkili olabilecek birilerini gözlemeye başladım. Beş-on dakika sonra el-ele yürüyerek gelen, edaları “kitap okuruna” benzeyen, âşık taklidi yapmadıkları izlenimi veren sevgili ya da yeni evli çifti gözüme kestirip, içinde “Ekmekçizade... Kervansaray... Kitap... Fuar...” sözcüklerinin geçtiği bir cümle kurdum. Oralıymışlar. Erkek, “Evvelini bilmem ama dört nesil doğma büyüme Edirneliyim” diyerek cümlesinin altını aile şeceresiyle çizince rahatladım. Geriye kitap fuarının yerini söylemesi kalmıştı? “Benim bir arkadaşım vardı. Ankara Siyasal’da okurken kitap okumak için okulu bırakmıştı” diye başlayıp hikâyesini anlatacak kadar umutlanmıştım. Ağzından düşecek cümle beni ihya edecekti. Önce erkek, sonra kadın, sonra da her ikisi bana acır gibi baktı. Erkek ağzından öyle bir cümle düşürdü ki dünyanın tüm kitapları duydu: “Biz buranın yerlisiyiz ama kitapların yabancısıyız!” Şaka gibiydi... O gün bu gün bu cümle beni bitirir ben bu cümleyi bitiremem…

Bir saatlik başarısız tecrübeden sonra bilinçaltım bana, Selimiye Camisini işaret etti. Çevrede kitapçı-sahaf türü mekânlara yöneldim. Ayaklarımı sürüyerek imdat mahalline gidip “Eski harf bulunur, alınır satılır” yazan bir sahaf-kitapçıya sığındım. Her sabah kitapların tozlarını almadan kendi tozunu alan sahaflara benziyordu. Gözü kitaplarda sönüp giden “kebikeç” gibi kitaplara baktım. Sonra da bir nedenden dolayı gergin olduğumu, insana sükûnet veren Hüseyni makamına ihtiyaç duyduğumu beyan ettikten sonra, “Osmanlıda makamlarla şifa” üzerine bir kitap sordum, yokmuş. İçinde Farabi’nin udunun resmi olan bir başka “şifa” kitabı sordum; varmış. Depodaymış. Çırağı kitabı almaya gönderdi. Dilimiz, kavramlarımız farklıydı ama halden anlayan hoş biriydi. İki çay söyledi. İçtik. Muhabbetin sonu yoktu, hislerim doğru adreste olduğumun deliliydi. Gönül rahatlığıyla Ekmekçizade Kervansarayı’ndaki kitap fuarı için geldiğimi, nice sormama karşın kitap mahallini bulamadığımı söylemekle kalmayıp “Biz buranın yerlisiyiz ama kitapların yabancısıyız!” cümlesinin hikâyesini de anlattım. Derdimi kalbinde misafir etmek ne kelime, cümlelerimi zihninde evirip çevirdikten sonra, kitap mahallini tarif etmekle kalmayıp çırağın götürebileceğini söyledi. Teşekkür ettim. Biraz sonra, elleri ayaklarından rüzgârlı çırak yaşlanmış kitapla geldi. Sahafa fiyatını sordum, siftah kıymetinde bir fiyat söyleyince mahcup oldum. Kitabı çantama koydum, vedalaştık. Peşimden seslendi, “Biz o insanların yabancısıyız!”

Fotoğraf: Peyda Yurtsever

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi, oturan insanlar ve sakal

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız