Kültür

Hasan Oğuz Bilgen yazdı: Deniz’i gören köylü ( 2 )

Yaşanmış öykümüz, siyah beyaz Türk filmlerinin burnumuzun direğini sızlatan o ünlü trenden iniş sahnesinin sonrasında, Haydarpaşa tren istasyonunun boğaza bakan taş merdivenlerinin hemen önünde başlar.

7 Mayıs 2019 Saat: 14:11
Hasan Oğuz Bilgen yazdı: Deniz’i gören köylü ( 2 )
Hasan Oğuz Bilgen yazdı: Deniz’i gören köylü ( 2 )
Henüz sadece gar olan, hiç kimsenin “gardır, gar kalacak” diye helak olup yollarına yatmadığı, şu bizim Haydarpaşa garı… O tarihte hiçbir AVM’nin, Rezidans’ın tehdit ve saldırısı altında olmayan ve de elbette onunla uğraşanlarla uğraşacak olan Tugay Kartal ve yoldaşlarının ortalıkta pek görünmediği Haydarpaşa…    
.  .  .
Kara tren ahşap, isli vagonlarında günlerdir, salkım saçak konuk ettiği gurbet kuşlarını az önce boşaltmıştı gara. Ürkek bakışlı insanların ellerinde yoksulluklarının göstergesi derme çatma tahta bavullar, gözlerinde nasıl sonlanacağını bilemedikleri yolculuklarının derin kaygıları vardı.
İstanbul’un boz bulanık, ıslak-puslu, soğuk bir kış gününe daha henüz uyanmadığı sabahın çok erken bir vakti… Elinde bavulu sırtında kirli torbasıyla, kemiği çıkmış çıplak ensesini kaşıyıp kasketini düzeltmeye çalışan bir köylü ürkek bakışlarla, onu uzaktan süzmektedir.  İlk kez gördüğü yedi tepeli kentin devasa, sis çökmüş silueti karşısında hayli dalgın ve düşüncelidir.
Boğazın engin, mavi sularına bitimsiz yorgun uykularda düş görüyormuşçasına bakakalmıştır… Tekinsiz sokak başlarının Arnavut kaldırımlarına kaç kabadayının nice fısıltılı konuşmaları, gayrı meşru yaşamın nice hoyrat pazarlıkları sinmiştir.
Yitik sıla öykülerinin ve umutsuz, geleceksiz aşkların tanığı İstanbul sokakları her daim, hesapsız kitapsız taşra düşlerinin başladığı, umut bulduğu ve aynı zamanda da bir daha asla düşlenmemek üzere bittiği yer olmuştur.  Boğazı görmeyen uzak kuytuluklarında bile, günün hemen her saatinde martı çığlıklarının telaşı içindedir İstanbul sokakları.  
Kendi kavlince harmanlanıp, asileşip, celallenip durur. Böyle de bir yüzü vardır, belli etmez. Yürünür, arşınlanır ve sefası sürülür gibi görünse, öyle bilinse de, aman vermezliğinin, söz dinlemezliğinin, halden anlamazlığının pek ayırtına varılamaz.  Anadolu insanını, ama ille de yoksulunu, garibanını, savunmasızını gün görmedik, yüz gülmedik düşleri ile yutmaya ve öğütmeye günün her saati hazırdır.   
Günün ilerleyen saatlerinde aynı köylü, Galata Köprüsü’nün demir korkuluklarına yaslanmış, yine aynı dalgın, aynı hayran, aynı şaşkın bakışlarla çalkalanan boğazın mavi serin sularını, vapurlarının ardı sıra köpüklenen dalgalarını, itiraz eden, ortalığı şamataya boğan martı kaynaşmasını izler.  Sonra tahta bavulunun üzerine çökecek, siperliğine işaret parmağı ile dokunup şapkasını arkaya yıkacaktır. Yüzü güneş yanığıdır.  Geniş ve çizgili alnını kararıp duran göğe kaldırır.  Bir cıgara sarar… 
Aydınlanan günün ilk saatlerinde, Karaköy’ün yaşlı, fakir sokaklarındaki amele kıraathanelerinden birinde, sıcak suyun gurbette insana yararı olduğu köylülük içgüdüsüyle çayını yudumlarken görülecektir.  Ensesinde boza pişirmeye hazırlanan “devlet baba”nın antenlerinin çalıştığından habersiz, ortalık yerde, oradakilere Ege ağzının içtenliği, saflığı ile, heyecanlı bir şeyler anlatacaktır.
Orada, o fakirhanede el kol hareketleriyle anlattığı, yaşamı boyunca ilk kez gördüğü denizin büyüleyici maviliğinden, insanı boğabilecek dev dalgalarının heybetinden, ihtişamından, önüne çıkar çıkmaz, göründüğü anda kendisini nasıl “ürküttüğünden” başka bir şey değildir kuşkusuz.
Ne var ki zaman kötü, zamanlama yersizdir. O günlerde, ülkenin dört bucağında fellik fellik aranan bizim Deniz’imizi çağrıştıracak, öylesine bir heybetten uluorta söz etmek tekin bir sohbet değildir.  Anında ihbara layık görülecektir.  O alacakaranlık günlerde, bilmeyerek de olsa “o kişi”yi dillendirmenin bedeli, oracıkta derdest edilip en yakın merkezde ivedi kaydı ile muamele görmek ve muhtemelen Beyoğlu Polis Karakolu’nun bir köşesinde en iyimser tahminle birkaç gece ağırlanmaktır.  Öyle de olur.
.  .  .
Kentin talihsiz konuğu, o güne dek yaşamadığı gözdağı ve tehditten, hiç görmediği şiddetten olacak ki, sorgu memurlarının ondan beklediği, duymak istediği içerikte bir ifade veremez. Oysa hayatında ilk kez tanıştığı “denizi” kara trenden gara iner inmez gördüğünü, o muhteşem devle  “o koca” köprüde ikinci kez karşılaştığında, “bağrını açıp”serin rüzgarlara dönerek hayretler içinde seyrettiğini gönül rahatlığı içinde, yöresel ağzı ile ne de güzel anlatmaktadır.
O böyle, “dalga geçer” gibi anlattıkça, bir köşede de sopalama sürer. Ve tabanlarında falaka izleri… Bir köşede salya sümük iç çeker.
Köylüsünün aklına uyup bilmediği bu kente gelmenin geri dönülmez pişmanlığı içinde, ayakları şişmiş, kemikleri sayılabilecek denli çelimsiz bedeninde, elmacık kemikli yüzünde darp edilmenin ekimozu, katışıksız bir güney Ege ağzıyla polis şefine ağlayıp sızlanır. Yalvar yakar ve dahi acınası hallerdedir: 
“ Aha oracıkta, trenden daha yere atladığımda, merdivenlerin başında, annacımda gördüm Komser beyim, gözüm korktu ” der. “Çalkantılıydı. Telaşlıydı. Yalan değil ürkmüşüm, Allah sizi inandırsın altıma eder gibi oldum… Amirim!?.. Köyümden… İş, aş aramak için…  Bundan başka da bilmişliğim, tanımışlığım, görmüşlüğüm ve dahi benim başka bir günahım yoktur…”
Onlarca, uzamış sakallı genç insanın, genç kadınların kirli yüzlerini gösteren siyah beyaz resimlerin sıralandığı “Aranan Anarşistler”afişlerini, sıska, çıplak boynundan kıskıvrak yakalayıp burnunun ucuna getirerek öfke krizi içinde sorarlar:
“ Haydi, öt bakalım Denizli horozu… Şimdi sen bu şehir eşkiyalarından, bu Allahsız kitapsızlardan hangisini gördün? ”
Korkunun ecele yararı olmadığı sözünü dedesinin ağzından defalarca duymasına karşın, neredeyse dizlerinin bağı çözülecek, aklını kaçıracak duruma gelmiştir. Görevine kilitlenmiş insafsızdan nafile aman dileyen yakarı sözcükleri, gitgide kısık ve anlaşılmaz çıkmaktadır ağzından. Copunu sırıtarak, tehdit edercesine avucunun içinde hareket ettiren, falaka sopasını hırsla kullanan, bağışlanmayı dilediği ellere bir an kapanmak ister: “ Yapmayın, kulunuz olem! ”
Denk getiremez, dengesini yitirir… Olduğu yerde yüzüstü kapaklanır.  İnler gibi, bir kez daha umutsuzca yineler: “Yapmayın, kulunuz… ”   Sözünün bitiremez, bayılır.
Tabanlarına insan kusmuğu bulaşmış ayakkabılarıyla ter içinde kalmış, kirli başına basarlar. Uğursuz günün ilk saatlerinden beri dilinden düşürmediği pişmanlık ve bağışlanma sözcüklerini ağlayıp sızlanarak yineler durur.  Ama içinden kendisine ilk kez itiraf ettiği farklı sözleri, oradakilerden hiçbiri duyamaz:  “ Bir daha bu şehre gelenin de… Gelip görenin de… Görüp anlatanın da… Anasını eşşekler kovalasın!!! ”
Yanağı yere dayalı yüzükoyun uzandığı beton zeminde, gözlerinin önüne buruşmuş eski bir gazete açarlar. Arkadan kafasını gazeteye doğru sertçe bastırarak:  “ İyi bak ulan eşşoğlu… Gördüğün şey bu fotoğraftaki hayduta benziyor muydu? ” 
Resimdeki gür siyah saçları dağınık, sakalı uzamış, yanık tenli esmer genci görür görmez, köylünün ilk yaptığı şey genç adamın dal gibi ince uzun boyu karşısında gözlerinin kırpıştırmaktır.
“ Vay be ”der içinden, “Haydut, eşkıya, şaki…  Bu kara yağız delikanlıysa, bizim oraların Çakal Hafız’ı, Molla Hasan’ı, Tefeci Rüstem’i ne ola ki?  Böyle bir yiğit için, bunca hakikatli sopa yemenin bir sebebi hikmeti olsa gerek.”
Yine de içinden geçen son sözleri zapt edemez: “ Yok beyim” der, bilgece:  “ Bu fotoğraftaki çocuk ne ki, bana görünen koca bir derya denizdi… ”   
O zamanlarda da, gürültülü, patırtılı ve zamana özgü karışıklıkları içinde olan İstanbul’un koşuşturmalarının, bıktıran takip ve soruşturmalarının üstüne, bir de “bildiğini ”(siz derdini okuyun), “gördüğünü” anlatmaktan aciz, bu “kör cahil” ile uğraşmak memurları da bıktırmıştır.
Haydarpaşa da hatırı sayılır uzaklıktadır.  Şimdi günün daralan saatinde kalkıp ta oralara gitmek, ihtimaldir ki korkunun ürünü, ne idüğü belirsiz bir şüphelinin peşine düşmek her birine kök sökmekten öte gelir.  Durum böyle olunca, o bölgenin karakol amirliğini telefonla arayarak mevcut durumu sözlü olarak rapor etmekle yetinirler.
İşgüzar baş komiser her şeye karşın, yine de günü kurtarmak, emekliliğine  az kalmış memuriyetini garantiye almak derdindedir.  Haklı olarak titizlenmekte geri durmaz.
“ Peki, tamam” der, “Trenden indiğin yeri geçtik.  Bizi, şu korktuğun şeyi ikinci defa gördüğün yere götür, bize orayı göster… Söz... Seni bırakacağım. ”
İnsanların yanı başındakinden kuşku duyduğu, olur olmaz asılsız ihbarlar yaptığı 12 Mart’lı günlerde, giderek sıradanlaşmış ve alışılmış yakalama olaylarından biri olan bizim talihsiz gözaltı olayımız da finale gelmiştir. 
Beklenen an, ıslak, sisli günün akşamı, yer gösterme tutanağının tutulduğu emektar Galata köprüsünün üzerinde,  çevrelerini saran halkın meraklı bakışlarının arasında gerçekleşir.
Bunca eziyetli,  sözüm ona “vatan, millet için gerekli” soruşturmanın sonucu, bir daha İstanbul’a gelmeye şimdiden tövbe etmiş bizim talihsiz köylü için can sağlığı, hızla çöken akşamın telaşında evine, çoluğuna çocuğuna dönebilme derdinde olan polisler için “Oh” dedirten bir mesai selametidir.
.  .  .
Devletin bekçilerini, kapıkullarını rahatlatan ve asıl “oh”çektiren olay, Deniz’lerin yakalanması ve 6 Mayıs 1972 tarihinde asılmalarıdır.
.  .  .
İdamlardan altı gün sonra, 12 Mayıs 1972 günü, Deniz’in, Hüseyin’in ve Yusuf’un mezarlarına bir tutam kır çiçeği bırakırken apar topar gözaltına alınan bir demiryolu işçisi de, yaşamında denizi ilk kez gören köylü ile aynı eziyeti paylaşır.
Üç mezara bırakılan kır çiçekleri, toprağa düşmüş devrimin üç tohumunu yad etmenin ötesinde, faşizme karşı sahiplenilen değerlere, tüm yaşananların anılarına verilmiş bir yanıt, diğer yanıyla da adı bilinen bilinmeyen, zulmün acısını, hüznünü yaşayanların tümüne işçi tulumuyla çakılmış hakikatli bir selamdır.
  
Hasan Oğuz Bilgen, 06.05.2019, Bağarası-Ilıpınar.

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız