Güncel

Mersin ve Adana etkinlikleri sonrası Aynur Uluç ile Çiğdem Akbaba söyleşti

Her insan biriciktir.Aynı her ağacın biricik olduğu, her balığın biricik olduğu, her toprağın biricik olduğu gibi…

11 Haziran 2018 Saat: 08:15
Mersin ve Adana etkinlikleri sonrası Aynur Uluç ile Çiğdem Akbaba söyleşti
Mersin ve Adana etkinlikleri sonrası Aynur Uluç ile Çiğdem Akbaba söyleşti

Çiğdem Akbaba: Gerek birebir gerekse farklı mecralarda yaptığın sohbetlerde sıklıkla vurguladığın iki temel düşüncen var: ilki insanların biricikliği ve oradan beslenen yaratıcılık, ikincisi de kişilerin kendilerini bulmalarına yönelik arayışların önemi… Kişisel gelişimle de doğrudan kesişen, bence her insanın bir dönüp dolaşıp sonra yeniden ötekine varma boyutuna sıçrayışına tekabül eden bir ara devrenin özünü barındıran fikirsel vurgular bunlar… Bu konuda zihninin koridorlarında dolaşan fikirlerini biraz açar mısın?

 

Aynur Uluç:Her insan biriciktir.Aynı her ağacın biricik olduğu, her balığın biricik olduğu, her toprağın biricik olduğu gibi… Öncelikle insanın dünyanın efendisi olmadığının altını çizerek başlamak isterim. . İnsanı dünyadaki hatta evrendeki var oluşlar içinde özel ve ayrı bir yere koyduğunuzda onun içindeki tüm aktarımını, oluşturabileceğive dönüştürebileceği kapasiteyi baştan kapatmış olursunuz. Hem doğasından hem de insanlar içinde özel olan yerinden koparmış olursunuz mantığı buradan kurunca. Bir kalıbın içine giren insanınsa özünde devinen suları fark etmesi ve onları dışa akıtması mümkün değildir.Birbirine bulaştırması hiç mümkün değildir elbette hâl böyle olunca. Verili roller üzerinden kımıldanan ve verili alanlarda kendisine tanınabilecek sınırlarda hareket eden canlı nesnelere döner insan. Bu hâle gelmiş kişileri istediğiniz yere kanalize etmek çok daha kolaydır. Yaratıcığını fark etmiş kişileri ise sanatçı sıfatıyla ayrı ve özel görürken, onları da sadece sanatlarını akıttıkları biçim içine hapsetme algısı kurmaya meraklıdır bu düşünme biçimi.Bu düşünme biçiminde insan anlam olarak özünü kaybettiği için onu artık biçimsel şeylere bölerek yönetmek, birbirine düşman etmek bakımından da çok mümkün bir zemin oluşur. Siyah diye,Karadenizli diye, Akdenizli diye, çocuk diye, yaşlı diye, kadın diye, erkek diye, aileden diye, değil diye…Örnekler uzatılabilir, istediğiniz gibi bölebilirsiniz artık.Özde hem biricik, hem de birbiri ile ilintili ve etkileşimli olduğunu anlamaktan uzaklaşan insan tam istediğiniz gibi yoğrulabilir malzemeye dönüşür.

 

Büyük kocaman bir akıl yaratırsınız ve her şeyi ona hizmet edecek şekilde dizayn edersiniz.Bitkileri ve hayvanları ve doğadaki tüm mineralleri,havayı, suyu toprağı, atmosferi; olan biten ne varsa insan kavramının hizmetine verirsiniz. Ama onu dakendi içinde ayrıcalıklı bireylere bölüştürerek diğerleri üzerinde kurduğunuz baskıdan doğan alanda yaşarsınız.Herkes bu büyük oyunun içinde kendi rolünde sıkışır.Meseleye yöneten ve yönetilen olarak bakarsak anlayamayabiliriz.Çünkü herkes birileri ve bir şeyler tarafından yönetilir. Birilerini ve bir şeyleri yönetir.Bu oyuna karşı gelmeye çalışanlar olarak da tekil ya da grup halinde insanlar çıkar elbette.Anlamaya, çözmeye çalışan… Kendi rolünü sorgulayan… Amafilm gibi düşünürsek herkes kendine uyan rolü alır.Çok kaba bir anlatım oldu belki ama bence olan biten budur.Uzaydan tarihi de kapsayacak bir teleskopla dünyaya baksaydık böyle bir şey görürdük.

 

Çiğdem Akbaba: Feminist arenada aktivizm yapan birçok kadın gibi kadının kendine has bakış açısı, dili, tarihi, siyaseti, ekonomisi, beden algısı geliştirmesini çok önemli bulmaktayım. Tam da kadına özgü edim selliğiyle, doğada da karşılığı olan bir deyişle, örümcek gibi ağ örercesine, tırtıl gibi koza yaparcasına tekil/çoğul - serbest/örgütlü biçimde bu hedefi gerçek kılmak için kadın/kadınlarımız bu anlamda, biçimde varoluşunu tescillemeye çalışmakta… Gözlemlediğim kadarıyla senin de bu bağlam için, her durumda ve ortamda söyleyebileceklerin var… Buradan okurlara neler söylemek istersin?

 

Aynur Uluç: Biraz önce söylediklerimin içinde kadınların payına düşeni açmak olarak da bakılabilir bu soruya.Kadını kendi üretim kapasitesi altında bir yerde tutmaya çalışmak, aslında erkeği de yaşayabileceklerinin altında tutma çabasının bir sonucudur.Kadının içinde yüksek oranda olan dişil enerji,hayatı üretmeye ve yeniden yeniden dönüştürmeye yöneliktir.Kendini var hissetme, varlığını duyumsama, canlının hayatta kalma edimlerinden en temel olanı; nefes almayla başlayan, su içme vebeslenmeşeklinde giden sıralamada kendini var etmek ve varlığınısürdürme çabasına ilişkindir. Dişil enerji,akan hayatın içinde tane tane diyebileceğimiz şekilde ısrarla, bir iğneyle kuyu kazarcasına hayatı yeniden kurmaya ve kurulanı sürdürmeye çalışır.Bu anlamda mecâzi olarak söylersek gitme zamanı gelen şeyleri yasla ve saygıyla uğurlama, yeşerme zamanı gelen şeyleriözenle ekme ve sulama işi dişil enerjinin yapısındadır.

 

Tam da bu sebeplerden ötürü büyük oyun kendisini baskın kılmak için, dişi mayayı daha fazla kontrol altında tutmak ister.Kontrol altında tutulan dişil enerji yeteri kadar üretemediği için, hayattanalabileceği payı eksilenerkek de yoksun kalır. Ancakerkeği kadının gardiyanı kılarsanız, kendini üstün zanneden erkek kendi tutsaklığına uyanamaz.Büyük oyuna uyanan erkeklerse kadının varlığının tam olarak ortaya konmasına nasıl ihtiyaçları olduğunu ayırt ediyorlar.

 

Çiğdem Akbaba: Aynurcum, bir televizyon programına çıktığımızda, daha da çok gözüme çarpan bir cevabın oldu; “kimdir Aynur Uluç?” sorusuna, ‘yolcuyum,’ dedin. Bizi, yolcu olmak serüvenin, fikirlerin üzerinden biraz seyre çıkarır mısın?

 

Aynur Uluç: Yolcu sözcüğü bir imge… Ben kendimi yolcu, hayatı da yol olarak tanımlayarak bir gösterge elde etmiş oluyorum kendi zihnimde. Dünden farklı bir yerde olabilmek ancak çabalamakla olabilir.Her çabaladığımızda ilerleyemeyebiliriz veya ilerlediğimizi fark edemeyebiliriz elbette.İlk yanıta dönersek insanın evren içindeki konumunu anladığımız her adımda kendi doğamıza aykırı davrandığımızı anlıyoruz. Zaman içinde bize giydirilmiş rollere teker teker uyanmak tam da bu yolculuğa dahildir. Yolculuk sözü, kitap yazmayı,  güzel bir yemek yapmayı ve bihakkın yemeyi, dans ederken elini kolunu gittikçe daha serbest tutabilmeyi veya bir çocuğu büyütmeyi anlatıyor olabilir.

 

Yol öyle bir yere gelir ki kendisine vardığında insan,birçok şeye daha vardığını anlar. Sandığımız kadar da ayrı değiliz özde. Hepimizin temel ihtiyaçları,kendini var etme biçimleri, bir şeylere kırılma, üzülme, sevinme noktaları çok da farklı değil birbirinden. Yolda davranma biçimlerimiz bizi biricik yapıyor. Bu biricikliğimize uyanırken kullandığımız yöntemler bize özgü olabiliyor. İlk bakışta çelişkili gibi görünebilecek şekilde konuştuğumun farkındayım. Temel ihtiyaçlarımız, bedenlerimizin temel davranım şekilleri birbirine benzer.Ancak bu benzerliği ta içinde hissedebilmek için kendi mayamızı anlamak, bize rehberlik eder.

 

Çiğdem Akbaba: Şiir, yazı ve kitaplarını çizimlerle, renklerle, müzik ve anlatılarla harmanlayan; ezber bozan, kendine has, bütüncül bir tarzın var. Bu bütüncül tarzının varoluşun ve insanlara taşımakla kendini yükümlü gördüğün misyonunla bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Biz okuyucularına/okurlara biraz bundan bahseder misin?

 

Aynur Uluç:Bu bir tarz değil dünyaya bakışımın yansıması…Her bir okur için ayrı resimler çiziyorum kitaplarda.Kendimi imzaatanolarak değil yazdıkları üzerinden okurla tanışan birisi,imzaya ayrılan sayfaları da okurun benimle buluştuğu bir ortak alan gibi görüyorum. O yüzden her birisinde içimden geldiğince renklendirmeye çalıştığım sayfalar, gittikçe kendi içinde gelişen bir resim hâlini almaya başladı. O kitaplara çizmek, bana elli yaşından sonra çizebileceğimi anlatan bir yolculuğa dönüştü.Tek yapmam gereken, güzel resim yapacağım kaygısı duymadan elimi serbest bırakmakmış. Bugün yolculuğumun beni getirdiği noktada diyebilirim ki şiire ve resme geç bulaşan birisi olarak insanın özündeki damarı keşfedebilmesinin ne kadar önemli olduğunu fark ettim.

 

Ben sanatın tasniflenebilir bir şey olduğunu düşünmüyorum. Şiire şiir denmesine karşı değilim.Ancakedanıza yakışarak yaptığınız her şeyde olan bir şey olduğunun da farkındayım şiirin. Kulacınızı nasıl attığınız örneğin yüzerken. Bir çocuğa nasıl baktığınız… Yine böyle anlamları ince ince yakalamaya çalıştığımız bir söyleşide “şiir şairlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir” demiştim. Doğru anlayanlar oldu, anlayamayanalar oldu demek istediğimi. Ezberlerimizi bozan bu tür cümleleri anlamaya çalışmanın kendisi, hayata katkı sunacak bir eylemlerdendir bence.

 

Bu noktada eklemeyi önemli buluyorum. Melez üretimlerden yanayım. Dans ile şiir. Heykel ile drama, resim ile anlatı neden bir arada olamasınlar. Örnekler çoğaltılabilir. Yaşamımda da bana ait olan hiçbir şeyi birbirinden ayrı tutmuyorum. Eczacılık mesleğimi yaratıcılıktan, orada hazırladığım ilaçları resim ya da şiirlerimden, sosyal medyada paylaştığım yazıları dergi veya kitaplarımdakilerden ayrı görmüyorum. Çevirisini yaptığım şiirlerde gecelerce, günlerce yaşadım. Tek bir sözcüğün tınısıiçime oturmadı diye gece yarısı uykulardan kalkışlarım kendi şiirlerime uğraşırken olduğundan daha da çok çevirilerde oldu. Orada o kişiye karşı da içsel bir sorumluluğunuz var. Ayrıca her birisinin benim ya da bu üretimlerle temas eden kişiler üzerindeki etkilerinin izini sürmeyi de seviyorum.Eczanemde kişilere özel ilaçlar yapıyorum ve bunların her birisi de şiir bana göre.Bir kişi için üretiliyorlar. Sanat da böyle bir şeydir. Kişiye göre etkisi değişir.O üretimden alacağı şifa, kişinin kendi yolculuğunda denk düşen yere göre değişir. Bu üretenin hedeflediği şekilde olmak zorunda değildir.

 

İlaç ya da şiir…Ya da diyelim ki resim… Alıcı eğer yaşamında yeni bir şey üretemiyorsa aldığını sadece tüketiyor demektir. Hasta, kendisini hasta yapan unsurları bilemedikçe aynı şekilde davranmaya devam edecek demektir. Bu konu, kendisini tüketici rolünde kalmaya zorlayan okurların, okuduklarında kendilerine değen noktaya değil de, şairin ne demek istediğinin peşinde koştuğu durumda da gerçekleşir. Bu tutum kendisinde gerçekleşecek olan dönüşüme kişinin yolun başında kendisini kapalı tutmasıdır. Oysakendisini bıraksa bir etkileşim gerçekleşebilir orada... Aldığı kitabı okumadan önce koklaması, sayfalarına şöyle bir dokunması, çizdiğim resmi anlamak için evirip çevirmesi de o kitapla onu okumak dışında biçimlerle de temasa geçmeye zemin veriyor. Düşünün ki; onların tepkileri bende tekrar başka bir şeye dönüşüyor. Böyle bakıldığında o renkli imzalar da yolculuğadâhil bir yaklaşım benim için… Hem onların, hem benim yolculuğuma dâhil.

 

Bu etki yaptığım çizimlerde çok daha görünür yaşanıyor. Çizimler çoklu okunmaya müsait yapıdalar. Öyle olunca herkes kendi bilinçaltı ile yorumluyor. Aynur ne anlatmak istemiş dedikleri anda o çizimin kendi yaralarına merhem olma şansı yok. Onun şifa olabilecek yapısı onlarda karşılığı varsa kendi gördüğü ile yüzleşmesi ile mümkün. Sosyal medya sayfamın bu anlamda bir kültür-forum sayfası gibi olması, insanların kendi içlerine bakabilecekleri bir ayna gibi kullanılması konusunda ciddi emek harcadım. Şimdi sayfaya gelenler beni incelemeye kalkmak yerine, kendilerine bakabilecekleri bir aynaları olduğunu çok iyi biliyorlar. Bu hâlden çok memnunum. Dedim ya iz sürücüyüm. Ancak belirtmeliyim, kimsenin sorununu bizzat üstlenmiyorum. Çünkü bu, kişilerin kendi kendilerine yapması gereken bir şey. İsterlerse yaralarına sürebilecekleri renkler var. Ve yaşamı canlı tutmaya yarayan şiirler, fotoğraflar, danslar… Etkilerinin izini sürmek bana iyi geliyor.

 

Çiğdem Akbaba:  Sanatın doğuştan geldiğine inanmıyorum, eğer desteklenirse hepimizin içindeki canlı ve yaratıcı enerjidir…” şeklinde çok iddialı ve genel yargıları sarsan görüşlerin var. Bu görüşlerini biraz açar mısın?

 

Aynur Uluç:“Sevgi emektir” diye bir söz vardır.Emek ile olmayacak bir şey yok bence.Kendini sevmek yolculuğu da diyebiliriz buna. O iş ciddi emek istiyor. Kendinizi sevdiğiniz zaman size özel olanı keşfetmeye çağırırsınız kendinizi. İçinizde belli bir türe yatkınlıklar olabilir ama sanatın süren bir şey olduğunu fark ettiğinizde içinizdeki sanatçıyı da keşfetmeye başlarsınız. Örneğin bir şeyi iyi yapmaya çalışmanın üstünüze başınıza yakıştırmak olduğunu fark edersiniz önce. Yüzüyorsanız iyi yüzmek şiirdir;ellerinizleayaklarınızın birbirine uyumuna dikkat kesilmek,denizdeki renkleri görmek, kuşların ötüşünü duymak, uzanmışken bulutlardaki şekilleri çözmeye çalışmak, hayatın değişimini izlemek sakince ve dinlemek birbirini…Buralar şiirin başladığı yerlerdir.İçinizdeyoğun duyumsadığınız her şey ifadenize yansır. Vebiriken her şey bir çıkış yolu aramaya başlar kendine.

 

Dönüşüm ve üretim dişildir. Erkek de şiir yazarken dişil yanıyla yazar. O yüzden tüm bu söylediklerim aslında kadına güzelleme değil. Neden kadınları erkeklerden ayırıp ayrı değerlendirelim .Kadınla erkek birlikte olacak diye düğünler dernekler yapmış insanlık. Çeşitli kutlama ritüelleri. Neden erkeği öteleyelim. O da büyük oyunun içinde sömürülmüş; emeği ile, hayattan alamadıkları ile. Altını çizmek için söylüyorum. Erkek deolsanızkadında; içimizdeki dişil merkezle üretiriz. Anlatmak istediğiniz şeyi çizebilirsiniz, film çekebilirsiniz, dile dökebilirsiniz. Artık bunun için o kadar çok araç var ki hele günümüzde. Akıllı telefonlar herkesin çizebilmesine olanak veriyor.Herkesin film çekebilmesine, fotoğraflar yakalamasına hayattan… Yaptığımız sosyal medya paylaşımları herkesiniçindekiniifade edebilmesine olanak veriyor.Ve ürettiğiniz şeyi de her geçen gün daha iyi yapmaya başlarsınız. Yoğunlaştıkça güzelleşir konuşmanız.Sessizliği dinledikçe derin bir duygu belirir içinizde.

 

Tanıdığınız kişileri daha derinden tanıma niyetinize girdiğinizde hayatınızdaki anlamyoğunlaşır. Ya da mekânlarlailişkiniz farklılaşır. Bu farklılıkta hissettiğiniz her detay, hiçbir şey yapmasanız bile dostlarınızlakonuşmanızayansır;çekeceğiniz fotoğrafa. İşte o yüzden “emek” kavramının altını çiziyorum. Eril enerji ile kitaplaştırırsınız yaptıklarınızı. Bir yerde toplarsınız, inşa edersiniz. Ben eril ve dişil enerjimi kendi içimde dengeli tutmaya çalışıyorum.

 

Çiğdem Akbaba:Yeri gelmişken belirteyim; sanatın, edebiyatın, statüye hapsedilmesi, kutsanması ve egoyla ilişkisi üzerine geliştirdiğin fikirlerini ilgi çekici buluyorum. Bu fikirlerini biraz okurlara açar mısın?

 

Aynur Uluç:Hah evet, konu tam da oraya geldi sevgili Çiğdem. Tam zamanında sorulmuş bir soru bu.Önce“hayatın çelişkisini yakalayan iç”ine uyup sanatsal üretim yaptıktan sonra, kendi ismini üretiminin üstünde tutan kişilerin hâli bana ironik geliyor. Daha küçük bir suda yüzmeye çalışmak gibi geliyor, kocaman okyanuslarda kulaç atmak ama bir damlada da okyanusun tadını almak varken.

 

Sanat hayatı anlama çabasından doğar. Hayatı anlayan ne kadar çok kişi olursak o kadar daha yaşanılır olmazmı dünya. Dansı keyifle edebilmek için eşit olmak gerekir. Hayat da dans gibidir. Sözlerimizle, seslerimizle içimizden geldiği gibi dans edebilseydik; münazarada gibi oturmak, birbirimizi yenmeye çalışmak yerine el ele büyüyebilmenin tadını alabilseydik, eminim o büyük oyuna daha kolay uyanacaktık. Bizikendi savaşlarına katmak için daha çok çalışmaları gerekecekti. Bu kadar aciz olmayacaktı içlerimiz. Her yaptığımızın daha farkında olacaktık. Tavrımız acıya mı hizmet ediyor, yaşamı dönüştürmeye mi bilecektik.Acıların, adaletsizliklerin farkında oluşumuz, daha üretici bir yerden olacaktı. İşaret etmek bir yere kadar… Canlı noktayı diri tutmayı o yüzden önemsiyorum. Zor olan onun rehberliğinde gidebilmektir.

 

“Tüm bu olup biten kötü…” Bu mealde bir şeyler yazacağız diyelim, tamam… Bunu çok sanatsal ifade edebiliriz ama yaşamı dönüştürme gücü yerine kötü olanı kabul etme meyli yaratma riski de var bu dile getirişin. O yüzden çıkışı canlandırmak gerek. Çıkışa yönelecek gücü diri tutmak… Şartlar kötüyse çukurda olduğu ile yüzleşecek insan bir önce. Ama sonra çıkışın varlığını hiç kaybetmeyecek. Polonyalı şair WislawaSyzmborska’nınbir şiiri var. her savaştan sonra /birileri ortalığı temizlemeli /kendiliğinden düzelmez hiçbir şey /birileri molozları itmeli yolun kenarına /ki ceset dolu vagonlar geçebilsin” der. Ruhuma çok yakın bulduğum bu özel kadının bazı şiirlerini çevirmiştim. Bu şiir de onlardan birisi. İşte ben sanatı bu şekilde görüyorum. En kötü koşullarda bile yaşam enerjisini diri tutabilme gücü barındırmalı.

 

Çiğdem Akbaba:Bölgemizdeki okurlarla, iki ayrı söyleşi, imza ve dinleti etkinliğiyle buluştun. Mersin Kültürhane ve Adana Akustik Kültür Merkezi’ndeki bu etkinliklerinden edindiğin izlenimleri bizimle paylaşır mısın? Şüphesiz seni takip edenler ve etkinliğe katılanlar da benim gibi bu izlenimlerini merak ediyorlardır. Ayrıca etkinlik duyurularında 7 dilde şarkı söyleneceğinin altını sıklıkla vurguladın. 7 dildeki şarkılar eşliğinde şiir dinletisi ve anlatılar yapmak sana kendini nasıl hissettirdi, neler düşündün?

 

Aynur Uluç: Bu etkinlikler benim için çok özeldi. Çünkükişisel serüvenimde çok ilginç deneyimler yaşattı bana.Seninle iki yılı aşkın süredir güzel bir dostluğumuz var, ancak yüz yüze hiç gelmemiştik daha önce. Sadece sosyal medya üzerinden yazışıyorduk.Seninle bir araya gelişimiz sanki yıllardır tanışıyormuşuz duygusu ile oldu.Bu çok önemliydi; bir araya gelmekle kalmayıp bir üretimde buluşacaktık çünkü. Ve dahası vardı. Sevgili Serdar Keskin ve Mücahit Göker ile ise hiç tanışmıyordum daha önce.Sanırım sizin arkadaşlığınız da yeni, bu etkinlik vesilesi ile başladı diye biliyorum. Bu yönüyle bakılınca daha da ilginçleşiyor durum ve bu etkinliklerin içinde bir de Ali Sesal var. Onunla da yeni tanıştım ve bu birbirini farklı yerlerden ve farklı süreçlerden tanıyan kişiler bir araya gelip kısa sürede bir ekip olduk ve sahne için hazırlandık. Bu kısa süre benim için sadece dört saatlik bir zaman dilimini kapsıyor. Şaka gibi bir gerçek yaşadım yani. Saat 2’de buluştuk ve 2’yi beş gece prova için işe girişmiştik bile. Ve ortada sadece müzikler vardı ben gelmeden önce ancak bir iki prova aldığınız. Ne okuyacağımı bile bilmiyordum henüz;etkinlikte ne anlatacağımı.Hangi şiirleri seslendireceğimi. Ki benim ezberim yoktur birbirini takip eden manâlar olarak aklımda tutar anlatırım anlatacaklarımı. Bir dizeden sonra hangi dizenin geleceğini aklımda tutmam. Hâl böyle olunca benim için bu açıdan dailginçti. Çok hızlı bir şekilde anlatacaklarıma adapte olmam gerekiyordu.Kâğıtlara bakarak şiir okumaktansagöz temas’ınıdaha etkileyici ve sıcak buluyorum.

 

O gün kısıtlı saatlerde hem akış kurduk, hem prova aldık. VeMersin’denAdana’ya doğru yola çıktık. Aynı gece etkinliğimiz oldu ve biz birbirini yıllardır tanıyıp birlikte sahne alan kişiler gibi kaşla gözle bile anlaşıyorduk sahnede. Bu benim için sanki bugüne kadar kurduğum cümlelerin sağlaması gibiydi hayatta. Anlaşmak için uzun birliktelikler biriktirmeye o kadar da gerek yoktu. Birbirinianlama çabasında olunca işler su gibi akıyordu.Sevgili Ali Sesal başından sonuna dek bizimleydi; gerek kurguda, gerek sunumda.Provadayken, okuyabilirim diye yere yaydığım kâğıtlardaki şiirleri direk bana uzatıyordu ve içimle buluşuyordu o kesitteki şiir o anda. Çok kıymetli dostluklarla elim kolum yüreğim dolu döndüm İstanbul’a.

 

Etkinlikler ise apayrı güzel oldu benim gözümde.Adana Akustik Kültür’de masaların üzerinde duran ayraçlardaki resmi çizilmiş kadının kendim olduğunu görmeme rağmen, ihtimal veremeyip bana benzeyen bir kadın resmiyle denk gelme sanmıştım ilk başta. Müthiş bir hediye bence oraya gelen şairler için. Meğer bir gelenekmişonları resimlemek ve o ayraçları masaya koymak. Bu beni çok mutlu etti.Sadece kendi adıma değil böyle bir kıymetbilirlik var bir yerlerde şiire ve şaire. Bu çok hoş bir şey.

 

Mersin’de ise Kültürhane yapısı itibariyle de, dokusu itibariyle de özel bir mekân. Sırf bumekân için bile bu şehirde yaşamak isterdim derken samimiydim; bendeki etkisi böyle oldu.

 

Etkinlikler hakikaten benim için de çok güzeldi. Müzikleri dinlemeye doyamadım desem yeri.Şarkılarınyedi dilde olmasını çok büyük bir zenginlik olarak yorumluyorum. Ve senin şarkıları yedidilde, her birisini edana ve diline yakıştırarak söylemen, hepsini aynı bünyede toplaman canlı bir simge gibi benim için.Her bir dilin ayrı bir anlam dünyası, tınısı ve yankısı var.Aynı beden ve aynı seste kendisine yer bulması bütünleştirici ve kaynaştırıcı olması bakımından çok etkileyici.Böyle bir etkinliğin parçası olmak bana onur verdi. Ve sevgili Serdar Keskin ve Mücahit Göker ile aynı sahnede buluşmak çok keyifliydi. Beni keyiflendiren bir başka şey de; bu etkinliklerde sanki elim kolum serbest kaldı ve onlar dakonuştu gibi hissettim. Elimi kolumu dinledim bir yandan da. İzleyicilerle birlikte bana da kendilerini anlattılarsanki etkinliklerin başında anlattığım simurgmasalı gibi…

 

Çiğdem Akbaba:Aynur’cum Adana ve Mersin’deki okurlarla buluşturduğun ‘yer yatağı’ ve ‘az gittim çok döndüm’ adlı kitaplarını biraz anlatır mısın? Öte yandan Nehir mektuplar ve kitap-okur buluşmalarını da çok ilgi çekici buldum. Bu konudaki anlatımların yeni bir ufuk açacaktır; tıpkı edebiyat ve yaşam ekseninde kurulması gereken dil ile ilgili fikirlerin gibi… İstersen konuyu en son buraya bağlayarak bir haftalık beraberliğimizin meyvelerinden biri olan bu röportajı sonlandıralım derim…

 

Aynur Uluç:Canım hakikaten çok özel bir haftaydı pek çok açıdan. Birlikte bir televizyon programında hayata bakışımızı anlatma fırsatı buluşumuz da yolculuğa dâhil oldu.Kitaplar benim üretimlerimden birisi. Ben bütünün içinde parça olarak baktığımda kitapları da bu şekilde algılıyorum. Verilen yoğun emeği düşünürsek oldukça önemli bir parçası diyebilirim. Gerek okur için kitaplara, gerek yolda izde telefonumda çizdiklerimin, yollarda yürürken mekân sesleri ile birlikte doğaçlamalarımın, yer yer çocuklarla yaptığım sanat atölyelerinin, eczanede ürettiğim ilaçların, fotoğraflarda yüz ifadelerimlekurduğum yolculuğun, etkinliklerde süren sahne ayağının sadece bir parçası kitaplar… Bunlardan hiç birisi esas olan değil, benim algımda.Hepsi aynı kaynaktan fışkıran bütünün farklı biçim bulmuş ifadeleri…

 

Böyle görmem onları üstünkörü yaptığım anlamına gelmez. Tam tersine çok çalışkanımdır üretimlerde.Tekrar tekrar bakarım, arşivlerim, notlar alır dosyalarına yerleştiririm. Bu işler için ne yapar eder zaman bulur, bulamazsam yaratırım. Kitaplarada ciddi oranda ve yıllara yayılan emeklerim oldu. Ben acele davranan birisi değilim bu konularda. Yazılım safhasında “az gittim çok döndüm” kitabım ile on bir yıl, “yer yatağı” kitabım ile yedi yıl birlikte yolculuk ettik. Taslaklar değişip dönüşürken ben dedeğişip dönüştüm. Başta sadece anılarımızı anlatmak, gezi izlenimlerimizi anlatmak olarak başlayan “az gittim çok döndüm” kitap bittiğinde tam bir melez kitap haline gelmişti. Ama ana izlekleri olan bir melez. Gittiğim yerler üzerinden o şehirlere nereden değdiğimi ve o şehirlerin bana nereden değdiğini anlatan bir kitap çıktı ortaya…Bu bazen bir tatil yeri olabiliyor, bazen anılarımda özel yeri olan köyüm, bazen bir kadın olarak on iki erkekle birlikte indiğimkömür madeni.Kitabın içinde şiir de var, şiirsel anlatı da.Denemeye benzeyen bölümleri, anı izleği üzerinden gidişi var derken belki gezi kitabı da denilebilir. Ama ben ona da yer yatağı’nda olduğu gibi“yol kitabı” diyorum. Okurla muhabbet eden bir yol kitabı “az gittim çok döndüm”

 

“yer yatağı” ise tamamıylaşiir formundan oluştu. Ama orada da bir dert var. Dert derken, bir “ifade” diyelim. Yüzü asık bir kitap değil çünkü. Kadının kendi kimliğinin hâllerini anlatması yanında bedeniyle olan yolculuğunu daaçıyor. Kendisini buluşunu ve kendisini kendi dili ile ifade edişini içeren bir dokusu var. Bu anlamda cinselliğe de sıkça girip çıkıyor. Öte yandan şiirlerkitapta hem bağımsız olsunlar, hem de alttan akan bir su gibi birbirini takip etsinler istedim.Okur nerdeyse merak etsin bu şiirden sonra ne olacak... Bir roman okur gibi deokusun bir yandan, bir yandan da tema bir yerden kendisini çoğaltan başka bir yere gitsin istedim.

 

O kitapta imzalar biraz daha farklı.İki kitabın imzası aynı olsun istemedi içim. “az gittim çok döndüm ”de yaptığım gibi resim yapmak yerine “yer yatağı”ndaokura mektup yazayım istedim. Bu benim için uygulaması zor bir şey aslında. Okurun,çoğunlukla imza esnasında da benimle sohbet kurma telaşı içinde olduğunu düşünürsek dikkatini toplamak için çaba harcayan ve her okur için özel bir mektup yazan olmak durumunda bıraktım kendimi,diyebilirim. Bu beni pratikte çok zorlasa da azimle devam ediyorum. O mektuplar hem birbirini takip ediyor, hem o kişiye özel,hemher seferinde ayrı bir dilleniş içeriyor. Mektup bilirsin, kalbini açmayı gerekli kılar yapısı gereği. Merakla bekliyorum kendim de; bu sefer ne yazacağım. Her birisi ayrı yere giden bu mektupların mümkünse fotoğrafını çekmeye çalışıyorum zaman zaman. Çünkü buradan da bir kitap çıkabilir; o derece özgün şeyler çıkıyor ortaya. Belki iki kitabın imza sayfalarından bir sergi yaparım bir gün.Renkrenkçizimler ve kendi tabirimle söylersem “yer yatağı”ndaki“nehir mektuplar”neden bir arada olmasınlar. Mademki sanat sürekli birbirine de dönüşebilen bir şeydir.

 

Çiğdemcim bu özel söyleşi için çok teşekkür ederim. Seninle birlikte üretimler içinde olmak sakince devinen bir suda yüzmek gibiydi.Bu röportaj ile de taçlandığını hissediyorum.

 

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız