“sözler hakikat değildir, ağzımızdan çıkan seslerdir. ama karamsarlığa kapılma. sözün anlatamadığını yaşam anlatır. hakikati öğrenmek için yaşamaya ihtiyaç vardır.” (bab-ı esrar-s 130)

hakikati kavrama üzerine düşünürken de inanmak kavramı aklıma geldi. bazen hakikati görmede, inanmalarımızın nasıl engel olabildiği…

ve inanmak deyince de, bir zamanlar defterime not aldığım bir cümle:

“stavrogn, inanıyor /inandığına inanmıyor /inanmıyor /inanmadığına inanmıyor” (dostoyevski, “ecinniler”den)

zaman zaman gittiğim yerleri anlatan yazılar yazdığımı biliyorsunuzdur. o yazılara fikir vermesi için borges’in “atlas”ını okumamı önermişti bir arkadaşım. kitap hakkında yazmak için üzerinde de çalışabilirim gibi düşünmüştüm o zaman. şimdi okudukça okudukça bu kitabın üzerinde çalışma fikrinden vazgeçtim bugün. bunda temel neden şu: atina’da olduğu bir gece ilginç bir rüya görür borges. sabah rüyayı kendince çözümlerken bu rüyayı atina’da gördüğü için kendisini her şeyin başı olan bir yerde olarak yorumlar. yani doğu kültürünü neredeyse fark etmeden yok sayarak medeniyeti yunan’dan başlatma yaklaşımına paye verir. okuduğumda bu hiç ama hiç hoşuma gitmedi. medeniyetin beşiğini yunana kurmak çok yaygın bir önermedir ve kesin bilgi gibi yayılmıştır maalesef. mısırmitolojisindeki pek çok ögenin dönüşerek ve o coğrafya ve oradaki yaşam koşullarına uyumlanarak yunan mitolojisine geçtiğini görürsünüz incelediğinizde. sözü uzatmayım borges’in rüyasına dönersek o gece atina’da olmak, bu bilgiye dayalı zihin yürütme sonucunda o an için ona böyle hissettirmiş olabilir, bunu anlarım. ancak bunu kitabında bu şekilde ifade ettiğinde bir algı biçimine destek vermiş oluyor. ki doğu hikâyelerine yer vermiş bir yazardır kendisi. böyle de bir çelişki var bu cümlede. oysa gördüğü rüya bu bakımdan da ilginçti. kendisini yunan kültürü peşinden dolanırken görmüştü rüyasında. rüyada bir ansiklopediye bakıyordu ve ansiklopedide takip ettiği sözcükler vardı. sonra sözcükler arasında iz sürerken rastladığı “satranç” sözcüğünden hareketle babasıyla kendisini satranç oynuyor görüyordu birden. ve taşlar siliniyordu oyunda. sırf bu rüyayı atina’da gördü diye, bir şeyin başı olmamayı düşünerek başladığı rüyayı kendisini her şeyin başı olan yerde olduğuna inandırıyordu sabah. oysa aynı hareket noktasından yani rüyasından hareketle bakarsak taşların silinmesini o başlangıcın orası olmadığına işaret sayıp doğu medeniyetlerine yöneltebilirdi yorumunu. rüyalar hem yanıttır, hem sorudur aslında. yeni sorular için bir çengeldir rüyalar. yorumlarımızsa ezberlerimizle bakıp sorularımızı yeniden bulandırırlar. yanıtmış kılığına sokarlar. o yüzden her yorum bir yargıdır. belki bir gün bunları anlatan bir yazı yazarım borges’in “atlas”ı hakkında. başka bir zaman başka bir yazı tiplemesinde… kim bilir, belki…

dağıttım girizgah yaparken, başka bir şeyden söz edecektim asıl ben. konuyu burada yönetmen kimliğiyle söz edeceğim sırrı süreyya önder’e bağlamak için anlatmıştım bunları. şöyle bir bölüm ilgimi çekmişti borges’in “atlas”ında… kitaba bakarak aynen yazıyorum:

“piramitin bir kaç yüz metre ötesinde eğilip yerden bir avuç kum aldım. sonra biraz uzaklaşıp avucumdaki kumu yavaş yavaş yere boşalttım. kendi kendime mırıldanıyordum. sahrayı değiştiriyorum. eylem en aza indirgenmişti. ama pek de dahice sayılamayacak olan bu iki sözcük eksiksizdi. bu sözcükleri söyleyebilmem için koca bir hayatı yaşamış olmam gerektiğini düşündüm.” (borges-atlas sayfa 84)


Not: 
KitapEki.com yazarı Aynur Uluç yazılarında büyük harf kullanmamayı tercih etmektedir.bir avuç kumu yerden alıp biraz öteye dökerek çölü değiştirdiğini fark etmek… ne diyebilirim; tek kelimeyle müthiş… şimdi en başa dönüp, devrimci sinemacı dziga vertov’un “hakikat basittir, hakikati göstermek basit değildir” şeklinde söylediği şeyden hareketle düşünürsek, süreyya önder’in aldığı kumları biraz uzaklaşıp sinemasıyla başka bir yere bırakışı ve dolayısıyla sahrayı değiştirme hâlidir bence “beynelmilel”de yaptığı. sırrı süreyya hakkında bir yazı yazsaydım da, bu temayı işlerdim kesin. ama nasıl diyeyim; hiç yazı yazma havamda değilim bugün.

kaynak: http://kitapeki.com/borgesin-atlasini-yazdim-mi-simdi-ben-yoksa-beynelmilel-mi/

........................................................................

Aynur Uluç
şair, yazar, ressam, anlatıcı, eczacı... ancak kendisi bu kimliklerin ifade ettiği anlamların sıkıştırılmış kalıplarının ötesinde, insandaki “başarı” hazzının başkasının başarısızlığı, mutsuzluğu üzerine kurulduğunu belirterek “eğer dünya daha yaşanılır bir yer olsun diye uğraşacaksak sanat bir yol, bir araç olmak zorunda. sanat, araya mesafeler girmediğinde hayatın içinde kalır, o yüzden etkin bir yoldur” diyerek anlatıyor sanata bakış açısını. ve ekliyor “sanatçı olmak gerekmiyor üretmek için...” niyet hayatı usulsakin yakalamak ve aynı şekilde doğallıkla çıktığı yerden ifade etmek olunca her yer üretim yerine, ele geçen her malzeme ayrı bir üretime dönüşüyor.
aynur uluç’un 2003’ten bu yana edebiyat dergilerinde ve gazetelerde yazıları ve şiirleri; 2013’te ‘gezi‐anı‐deneme‐öykü ve şiir’ türlerinden tatlar içeren ‘az gittim çok döndüm’ isimli kitabı, 2015'te beden-mekân-zaman ilişkisinin kadın dili ile ifadesinin yolculuğu olarak tanımladığı“yer yatağı” isimli şiir kitabı yayımlandı. kitaplarını imzalarken her okur için ayrı bir resim çizmesiyle başlayan çizme yolculuğu, yolda, izde, vapurda, otobüste çizdiği resimlerle devam ediyor. öte yandan şehir ve doğa sesleri üzerine bıraktığı doğaçlamalar da ayrı bir arşiv olarak birikiyor. zaman zaman farklı şehirlerde müzik ve şiirin iç içe geçtiği etkinlikler düzenliyor. kişiye özel yapma ilaçlar hazırladığı eczanesinde mesleğini halen sürdürmekte.