Kültür

Mehmet Sönmez: Oto-karantina günleri…

Hiç de azımsanmayacak bir süredir evlerimizdeyiz. Sürecin politik nedensellikleri ile ilgili yönünü bir kenara bırakırsak bu süreç, sosyal psikolojik açıdan belki bir daha yaşamayacağımız deneyimleri yaşatıyor bizlere.

31 Mayıs 2020 Saat: 11:17
Mehmet Sönmez: Oto-karantina günleri…
Mehmet Sönmez: Oto-karantina günleri…

MEHMET SÖNMEZ


Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak mı?

Ya da karantina yaşamının mahpushane çağrışımları mı?

Hiç de azımsanmayacak bir süredir evlerimizdeyiz. Sürecin politik nedensellikleri ile ilgili yönünü bir kenara bırakırsak bu süreç, sosyal psikolojik açıdan belki bir daha yaşamayacağımız deneyimleri yaşatıyor bizlere.

Dışarısı hep dışarıda duruyor. Güneş dışarıda, ağaçlar, kuşlar, kediler ve köpekler dışarıda. Uzansan tutacak kadar yakın ama uzanamıyorsun. Kapı açık dışarı çıkabilirsiniz. Saçlarınızı yağan yağmurda ıslatabilir, güneşte kurutabilir, rüzgarla tarayabilirsiniz. Kapı açık, dışarı çıkıp koşabilirsiniz de. Ağaçlara tırmanıp, gölgesinde dinlenebilirsiniz. Ya da bisikletinizi toprak yola sürebilirsiniz. Bunların önünde hiçbir engel de yok üstelik. Bir yasak yok yani. Tuhaf olan bu belki de. Altınızda ayağınızı yerden kesecek arabanız da var, süremiyorsunuz. Fren kendi kendini kilitlemiş arabanız duruyor otoparkta. Kimse silah dayamıyor üstelik. Ortada bir zor yok yani. Oto karantina bu olmalı.

Pencereden bakıyorsunuz. Oto parklarda dizilmiş mezar taşları sessizliğinde otomobiller…Ne amaçla dışarıda olduğunu çözemediğiniz birkaç insan sesiz sessiz yürüyor. Bir kedi güneşleniyor, bir köpek arabasız caddenin orta yerinde uyuyor. Sessiz bir film dışarısı. Pencerenizin ekranından seyrediyorsunuz. Bayraklar, ağaç dalları sallanıyor, havada rüzgar var, belki de yok. Güneş aynı güneş, bulut aynı bulut. Yağmur aynı olağanlığıyla yeryüzünü ıslatıyor. Görüyor, duyamıyorsunuz. Kuşların kanat çırpışındaki sessizlik gibi. Pencerenizin ekranından seyrediyorsunuz bu olup biten, akıp giden yaşamı. Dışarısı hep dışarıda kalıyor. O hayatın içine girmek istiyorsunuz. Sinema perdesinin içine girme isteği gibi. Girip o hayatları yaşamak istemek gibi. Bunu istemekle yapamamak arasına korku, endişe giriyor. Kimse seni korkutmuyor. Tehdit etmiyor. Karşına geçip “Dışarı çıkarsan ölürsün” demiyor mesela. Bunu bir bilgi, bilimsel bir gerçek gibi anlatıyorlar. Bir çeşit “aba altından sopa göstermek” gibi bir şey yapıyorlar. “Çık ama ölürsün”, “Mesafe koyun”, “20 saniye elinizi yıkayın”, yapmazsanız ölürsünüz. Bunu öyle kuşku duyduğunuz sevmediğiniz politikacılara söyletmiyorlar. Doktorlar, bilim kurulu insanlara söyletiyorlar. Söyleyenlerin mimiklerinden, ses tonlarında inandırıcı olup olmadıklarını anlamaya çalışıyoruz. Çünkü bilmiyoruz ve her söylenene inanmak, itaat etmek gibi bir haleti ruh taşıyoruz. Dünyadan gelen haberler, görüntüler anlatılanları doğruluyor. Çaresiz dışarıya bakıyoruz. Dışarıda olma isteği otokontrole takılıyor. Çıkmak hayatı bıraktığın yerden almak isteği otofrene dönüşüyor ve evlerde birer mahpusa dönüşüyoruz. 

 

Bilerek bilmeyerek yaratılan korkuyu satın alıyoruz ve otokarantina koşullarımızı kendi kendimize katılaştırıyoruz. Korkuyu cehaletle karşılayanlar sokaktalar. Mahalle kabadayıları kurallarıyla virüsle savaşıyorlar. “Virüs mürüs bize koymaz” diyorlar. “Ben Allahtan başka kimseden korkmam” diyenler, boyunlarındaki muskalarda sakladıkları kaderlerine bırakmışlar kendilerini. Onlar da sokaktalar. Korkuyu çok satın alanlarımız adını “tedbir, önlem” koydukları sıkı kurallarıyla hapsedilmiş evlerinde daha küçük odalarda, büyük önlemlerle dezenfekte olarak korkularıyla uzlaşma yollarını bulduklarını sanıyorlar. Belki de bütün bu olup bitenleri şekillendirip biçimlendirmek isteyen toplum mühendislerin yapmak istedikleri bu. Bu kesim, bilimsel yöntemlerle virüs ile savaştıklarını düşünüyor. Belki de doğrudur. Yine de kuşkulanıp, acaba, diyesi geliyor insanın. Yönetenler güvensizlik, yönetenlerin her şeyi satıp ceplerine indirdikleri bir dünyada korku satıp otosıkıyönetim oluşturabilirler, virüs salgılayıp aşı satabilirler. Her şey olabilir. Ve hiçbir şey gelecekte de olsa gizli kalmayacak. Ama önemli olan şu an neler yaşadığımız. Bugün neler yaşadığımızı bilemezsek gelecekte ne olacağımızı nereden bilebiliriz? Bu süreç birçok değer yargılarını da alt üst etti. Doğru bildiğimiz yanlışlar ya da yanlış bildiğimiz doğrular karşısında şaşkına çevirdi. Herkes bir şeyler söyledi. O kadar çok şey söylendi ki hangisine inanacağımızı şaşırır olduk. Neye inanmak istiyorsak ona yöneldik, okuduk, yaydık. Ortada dolaşan bilgi kirlenerek tekrar tekrar karşımıza çıktı. İçimizden, bizden birileri çıkıp bizleri aydınlatmadı. Sırtını sermayelere dayamış ya da onların oluşturduğu sağlık örgütlerinden söz etmiyorum. Bizim de üyesi olduğumuz bağımsız bilim, sağlık örgütlerinden söz ediyorum. Ha ama doğru ya biz örgütlü değiliz. Bütün sorun belki de bu.

Güvenebildiğimiz, bağımsız, bilgisine inandığımız bir derneğimiz, kitle, meslek örgütümüz yok. Bu örgütlerimizin bilim kurulu, hukuk bürosu, sağlık bölümleri hiç yok. Manyağa çevrildik. Maske takmanın yerini, zamanını dahi bilmiyoruz. “Tak” diyorlar takıyoruz. “Öyle takılmaz, böyle takılır” deniliyor öyle takıyoruz. Spor yaparken maske takanlarımız var. Eldiven kullanılır mı? Nasıl kullanılır? Biraz yasaklar biraz kurallar gereği uyguluyoruz söylenenleri. Ya maskelerle, yasaklarla, zorunluluklar ile bağışıklık sistemimizi zayıflatmaksa amaç? Maskeli maymunlar gibi dolaşıyoruz. Bazen komiğimize gidiyor karizmamız çiziliyor. Bazen de zorumuza gidiyor. Acaba diyoruz. “Bir dümen olmasın bu işte? “Ama ne?”… Aması maması yok sunulanı yiyoruz. Mesela hangimiz 65 yaş ve üstünün sokağa çıkartılmamalarının nedenlerini biliyoruz? Ya da uygulamanın doğruluğunu biliyoruz? Bilmiyoruz, yaşlılar, bağışıklık sistemleri zayıflar, çabuk hastalanırlar, ölürler. Bizlere sunulan bu. İyi de evlerinde de ölüyorlar. Peki doğrusu ne? Yine bilmiyoruz. Çünkü içinde olduğumuz, üyesi olduğumuz bir örgütümüz yok! Arkasında hangi kartellerin olduğunu dahi bilmediğimiz, boynunda stetoskop asılı, beyaz önlüklü, ekranın alt yazısında, ordinaryüs profesör falan filan diye birini çıkarıyorlar, “Amman dikkat!” diyorlar. Korku satıyorlar. Kapımıza gelen ekmekçi gibi. Ekmek alır gibi endişe, korku ve panik alıyor; kapıda poşet içinde bekletip öyle sokuyoruz evlerimize. 

 

Şimdi kapatıldık, ya da söylediğim gibi korkudan kendi kendimizi kapattık. Evlerimizdeyiz şimdi. Bu yeni yaşam biçimimizin yan etkileri ortaya çıkıyor. Nedenini tahmin etmek pek zor olmasa gerek.  Bizler sürekli yakını görüyoruz. Uzağa baktığımızda görüntünün bulanıklaştığını fark ediyoruz. Bu süreyi biraz daha uzatırsak gözlerimiz uzağı görmekte zorlanacak. Hücremde de böyleydi. Hücremin duvarları birbirine çok yakındı ve camları çok yüksekteydi. Oraya tırmanır, dışarı bakardım. Selimiye askeri kışlasındaydı hücrem. At ahırı olarak inşa edilen hücremin penceresine tırmanıp dışarı baktığım zaman gözlerim kamaşırdı. Uzakları net göremediğimi fark ederdim. Oysa gözlerim çok iyi görürdü. Deniz, şehir içi vapurları, görkemli taş binalar uzaktaydı ve görünmüyordu martılar. O gün gözlerim arayıp dururken martıları, aklıma Darwin’in “İşlevi azalan organlar zamanla yok olur…” tespiti geldi. Altı ay olmuştu hücreye atılalı. Her saniye birbirine çok yakın duvarlara bakan gözlerimin uzağı görme işlevinin zayıfladığını fark ettim. Tatlı bir gülümseme yayıldı yüzüme, hücrelerimizde değiliz kuşkusuz, evlerimizdeyiz. Kimi iki, kimi beşer kişilik çekirdek aile ile yaşıyoruz. Kimilerimiz de yalnız evlerinde. Yalnız ya da değil, özgürlük alındı ellerimizden fark edemediğimiz, karşı çıkamadığımız bir üslupla. Dışarı çıkamıyoruz. Dışarı çıkıp yan yana ya da karşılıklı masaya oturup iki lafın belini kıramıyoruz. “Şerefe” diye rakı kadehlerimizi kaldırıp politika konuşamıyoruz örneğin. Tuhaf değil mi sizce de? O anların fotoğrafları bile garip duygular yaşatmıyor mu bizlere? “Vay be yaşamışız demek ki.” Yaşadık mı? Yaşadık elbette. Ve yaşayacağız da. 

 

Bir de şimdi çok yaygın bir söz oluştu dilimizde. İçinde biraz merak, biraz korkunun, birazda üstü örtülmüş tehdidin bulunduğu bir söz: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak? O kadar sık söyler olduk ki sözün anlamını bilmeden inanır olduk. Ne demek, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak? Eski, sosyal yakınlık fotoğraflarımıza bakıp, bunları yaşadık mı ya da bir daha yaşayacak mıyız? Düğünlerde, kulüplerdeki dans eden; masalarda yemek yeyip, içki içen hallerimizin hissettirdiği o günler gerilerde mi kaldı? Bu düşüncenin oluşturduğu duygunun adı nedir? Birbirimize sarılan, koklaşıp öpüşen hallerimizin tuhaf özlemi. Hani derdi ya şair: “İnsan sohbeti, sohbeti yasak…” İnsan sohbetine ihtiyaç duymak, ne tuhaf bir duygu? Bu duyguyu bütün hücrelerime kadar hissetmiştim yıllar önce yine hücremde. Benim dışımda bir insanın, hatta bir canlının çıkardığı sese hasret kalmanın, bir insanın yüzüne, gözlerine bakıp konuşmanın, ona dokunarak konuşmanın derin arzusunu yaşadım. Hani, “Biraz anlatır mısınız?” diyecek olursanız, gerçekten anlatamam. Belki yaşanarak öğrenilir. Hepimizin az da olsa yaşadığı bu duygunun karşılığı insanın sosyal yapısında saklıdır. Evet, insan sosyal varlıktır ve yalnız yaşayamaz. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” derken belki de toplum mühendisleri, insan olmanın en temel özelliği olan “sosyal” niteliğinin bundan sonra azalacağından bahsediyorlardır. 

 

Yalnız olmasak da evlerdeyiz ve sokağa çıkamıyoruz. Sosyalleşmemiz zayıfladı. Bu daha az insan, daha az konuşma demek. İnsan, sosyal oldukça konuşuyor, konuştukça dili zenginleşiyor. Dili zengin olan insan, kendini daha iyi ifade eder. Daha iyi düşünür. Dertlerini daha güzel anlatır. Yaşadığımız karantina günlerine benzetmek gibi olmasın. Hücre şartları çok daha çetindir kuşkusuz. Asosyal yaşamın bütün ağırlığı, tek kişilik hücrede çok daha fazla hissedilir. Nöbetçi asker, yan/karşı hücre arkadaşlarınla, tamamı sekiz on kelimeyle konuşmalar mahpusu görece sosyal yapsa da, gelişmesini engellerdi. Bunların hiç olmadığı tamamı izole yaşamlarda konuşma, kavram olarak ortadan kalkar, ilk insanlar gibi hırlayan, böğüren varlıklara dönüşürdü. 

 

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak mı? Hiçbir şey eskisi gibi olmuyordu zaten. Değişen çelişen hayatın içinde her şey “bir üst çelişkiye gebedir.” Siz, bu satırları okurken, ben bu cümleleri yazarken, bir şeyler değişti. Adam iki bin yıl önce, aynı nehirde iki kez yıkanılmaz derken hala, ne demek istediğini anlayamayanlarımız var.

Sevgili dostlar, bilim, teknoloji hızla değişiyor. Hızı öyle süratli ki aklımız bu hızı yakalayamıyor. Bilim kurgu filmleri adeta yaşanıyor. Bu gelişmelere ayak uydurmakla beraber, kimsenin tadımızı kaçırmalarına da izin vermeyelim. Yarın sokağa çıkacağız. Öbür gün işlerimizin başında olacağız. Şehirlerarası tatlı yolculuklar yapacağız. Şarkılar söyleyip, danslar edeceğiz. Pamuk toplayıp yine toprağı eşeleyeceğiz. Denizlerde kulaçlar atıp, bu yelkenlerimizi rüzgarlarla dolduracağız. Sorunlar yaşayıp, sorunlar aşacağız hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, diyenlere inat.

Kaynak: SON HABER sitesinden alınmıştır.

https://sonhaber.ch/oto-karantina-gunleri/?fbclid=IwAR24NyCgkja5DSyFpIw1279F2ha6lhPYEx3CQKUGO0xXrrYequY0NL6qDgM

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız