Cabir Özyıldız I Buruk Bir Doğumgünü Gecesi

19 Ocak 2022 Saat: 10:06
Cabir Özyıldız I Buruk Bir Doğumgünü Gecesi
Toplantıdan çıktığında hayli yorgundu. Ne anlatmıştı o adam öyle. Karışık kuruşuk. Konuyu toparlasın da bitsin gitsin istiyordu. Pazar gününü evde karısıyla geçirmek varken iş miydi şimdi bu toplantı...

CABİR ÖZYILDIZ


Toplantıdan çıktığında hayli yorgundu. Ne anlatmıştı o adam öyle. Karışık kuruşuk. Konuyu toparlasın da bitsin gitsin istiyordu. Pazar gününü evde karısıyla geçirmek varken iş miydi şimdi bu toplantı. Geç kalmasa bari. Kız da dışarı çıkacakmış. Allahım bu kaçıncı doğum günü kutlaması. Üçüncü müydü, neydi? Bir haftadır sürüyordu on sekizinci yaş günü etkinlikleri. Bugün ki de hoşlaştığı çocuklaymış. Gerçi eşine de söylemişti. Giyilmeyecek o kırmızı elbise diye. Neydi o öyle, toplasan avcuna sığmaz. Elbise, elbise değil bir karış kumaş parçası.

Ne ara büyüdü bu çocuk yahu? Halbuki gün gün biliyordu bu yaşa gelişini ya, yine de hayfına hayıflandı. Küçüğü büyüdükçe büyüğün sızısı tozlu bir zamana bölünmüştü. Ne kadar da çabuk oluvermişti her şey. Tanısı, teşhisi, evresi devresi…

Taksim meydanına doğru yürürken aklına gelmişti bunlar. Sahi kaç yıl geçmişti üstünden. On beş mi, on altı mı? Milyonluk 1 Mayıs’ı da, Gezi’nin rengârenk isyan curcunasını da görememiş oluyordu değil mi? Olsaydı en önde olurdu, orası kesin. Gövdesiyle, aklının berrak ışığıyla oradan oraya koşturur dururdu. Ya da kim bilir, kırıp dizini evde… Yok, yok olmazdı öyle şey, hiç bilemedin sınırın ötesine filan. Kesin bulurdu bir şeyler o. Parkın önüne bir bakış attı. Kirli, lacivert bir dağınıklık vardı. Kumaş ve plastikten müteşekkil bir iğretilik. 

Gittiğinde Betül iki yaşında mıydı o vakitler yoksa bir buçuk mu? Emin değil. Yaşlılık işte. Ardını ötesini yoklamadan metroya indi, ardından da fünikülerle Kabataş İskelesine. 

Üsküdar motoruna binerken kendini tembihledi. Ekmek alacaktı, unutmasındı. Unutmaz, unutmaz. Onun kırmızı yün hırkasını unutmadığı gibi. O vakitler henüz Yedikule’de oturuyorlardı. Nasıl da meraklıydı. Ne çok yorgun olsa da anlatmadan, konuşmadan, dinletmeden huzur bulmazdı. Makinalı tüfek gibi konuşmasından başka, ellerinin devinimi, yüzündeki mimikler, saçları bile katılırdı anlattıklarına. Soruları vardı, cevabı alınmadan yakadan düşülmeyen. Düşünürdü, nereden buluyor bu kadar enerjiyi bu çocuk. Ama bir yandan da ektikleri tohumun çimlenişini görmenin gönenci dolardı içlerine. O zamanlar onunla, henüz bebek olan kızları tanışmamışlardı. Daha doğrusu tanışmışlardı ama küçüğü bunu hatırlayacak yaşı henüz doldurmamıştı.  

Poyraz, seyrekleşmiş, ince telli saçlarına vurunca doğruldu düşündüklerinden. Pazardı değil mi bugün? Mesire yerlerinden, akraba ziyaretlerinden, ilk buluşmanın heyecanından arta kalanlarla doluydu motor. Gözü, yanındakinin okuduğu gazeteye değdi. Derin bir iç çekti. Sahi, çocuk on sekizine girdiğine göre kendisi kaç olmuştu? Altmışa varmış mıydı? O yaştan sonra, yani kırklı yaşlarda çocuk sahibi olmak doğru muydu değil miydi? Düştüğü ikilemi elinin tersiyle itti. Vardı. Var etmiş ve bugüne ulaştırmışlardı işte. Ama yine de tedirgindi. Onun aydınlık ışığını kırıp, alnında bir kırışıklık yaratmalarına bile tahammülü yoktu. 

Motordan inip otobüs duraklarına doğru yürüdü. Onu, Şişli Camiinden alıp Zincirlikuyu’ya gittikleri gibi. Dalgın, üzgün ve yorgun.

Durağa girdiğinde fark ettirmeden sağına soluna bakındı. Eski bir alışkanlıktı. Arada bir tutardı. Ta kasabadan kalma bir alışkanlık.

Otobüsün gelmesine epey var. Etrafı yeniden kolaçan ederken aklı yine kızına gitti. “O kırmızı elbiseyi giymez umarım.” Kendine itiraf edemese de tedirgin. Haklı olduğunu da biliyor bir yandan. Neler neler oluyor memlekette.  O çocuk da nerden çıktıysa şimdi. Kızından bir yaş büyük. O yaşta arabası filan da varmış.  O olsaydı, kesin adaşını kayırırdı. Üçe tek olurdu o vakit. Gerçi karısı da biliyor memleketin hallerine ya. Belki ikiye iki kalırlardı.

Otobüsü de olsa beklemek sıkıcı. Gerçi en uzun bekleyişini o hastane bahçesinde yapmıştı ya. Durmadan sigara üstüne sigara… Ötesi lafı güzaftı. Ha bugün ha yarın diyordu doktorlar. Hoş, dar odalarda, kablolar parmak uçlarında ya da askıda filan da beklemişliği de vardı ya. O bekleyiş hiçbirinin yerini tutmuyor. Karısı anlatmıştı, hasta yatağında ölüme çeyrek kala gaz çıkarıp da mahcupça özür dilediğini. Çok dokunmuştu adama karısının anlattığı. Ölüme dimdik gidenleri, sehpaya tekme atanları duymuş, bilmişti. Yine de duyup, bildikleri sarf edilen o cümle kadar koymamıştı. Geldiğinde gencecikti. Ne bilirlerse öğretmiş sonra da ondan öğrenmişlerdi. Kırmızı hırkası kim bilir nerelerdedir şimdi?

15/N göründü. Kartını kontrol etti, işte orada, gömlek cebindeydi. “Otobüs amma da doluymuş ha,” diye söylendi. İşi yoksa Çengelköy’e kadar ayakta gitsindi. Bindi. İlerlemeyenlere içten içe söylendi. İhtiyarlığından umulmayan bir çeviklikle, kalabalığın içerisinden sıyrıldı. İnce ve çalak gövdesiyle ortalarda bir yere kapağı attığında söylendiklerini unutmuştu bile. Şimdi aklını bu geceyi sorunsuz, sıkıntısız atlatmakla ilgili düşünceler, gazeteye yetiştirmesi gereken yazı, toplantının sonuçsuz kalması filan kurcalıyordu. Yazmak deyince, sahi onca yazı çizi, bir öykü, iki şiir, bir de roman yazmıştı da, ne kadarında ondan bahsedebilmişti? Neyse, karıştırmasındı şimdi o defterleri. Belki onu anlatacak bir harf dizesi bulamamıştı. Ya da bulmuştu da, o harf dizesini bir cümleye dönüştürecek cesareti bulamamıştı kendinde.

Otobüsten indiğinde hava kararmış, semt tenhalaşmıştı. Gerçi, gündüzde sakindi buralar, ülkede kıyamet de kopsa yine böyle kıpırtısızdı. Durgun, mütedeyyin ve içine kapanık. Pek sallamadı bu durumu. Fırına gitmeyi de unutmadı. Ekmeğini alıp eve yollandı.

Sarmaşıklarla örülü kapıyı geçti, kapı önünde kendilerince büyük dertleşenleri selamladı. Anahtarıyla kapıyı açıp eve girdi.

Kedi ve köpek. Mualla ve rıza. Rıza, sırnaştı, sürtündü. Mualla, şu köpek ne sırnaşık gibisine baktı, esneyip kanepeye yollandı. Karısı mutfak penceresinin önünde oturmuş. Sigarayı ağır ağır çekiyor, dalgın. Yorgun görünüyor.  Bahçedeki ayvanın dalları neredeyse pencereden içeri geçecek. Kızları olmayınca evin neşesi eksik. Günün özetini geçiyor karısına. Toplantıyı, toplantının karışık kuruşukluğunu. Bir yandan konuşuyor bir yandan da el çabukluğuyla dolaptan çıkarttığı köfte için yağ kızartıyor. Elleri ne kadar da mahir. Aşçı olmalıymış ama olmamış. Ağır ağır yenildi içildi, sofra toplandı. Araya bir yere sıkıştırdı sorusunu; “giymedi değil mi o kırmızıyı?” “Yok, siyah olanı giydi”. Ses etmedi ama yanıt onu az da olsa gevşetti. “Dönüş ne zamanmış?”, karısı yanıt vermeden önce derin bir iç çekti, “Bir gibi. Beklersin artık kızını.” İnceden laf mı sokuşturmuştu şimdi bu.

Yemekten sonra karşılıklı sigara yakıp sustular. Gündüz aklına gelenleri anlatmak istedi ama karısının yorgun yüzüne bakınca vazgeçti. O yorgunluğun ne kadarı zamansız gitmiş olanla ilgiliydi, bilemedi. Önceleri çok konuşmuşlardı zati. Çok dürtmüşlerdi birbirlerinin yarasını. O gittikten sonra tökezlemişlerdi de. Sonra nasıl olduysa toparlanmışlardı işte. Başka ne yapacaklardı ki? Toparlanacaklardı elbet. Gidenin, adını bıraktığı bir meyveleri vardı üstelik. Akça pakça, sürekli zırıldayan bir meyve. Bak, öyle böyle büyüdü işte. Büyüdü de on sekizine ulaştı. Şimdi elin oğluyla dışarlarda…

Saat, gece on bire geliyordu. Kalktı, ince bir hırka geçirdi sırtına. Rıza sabırsızlanmıştı. Tasmayı köpeğin boynuna geçirmekle cebelleşti. Mualla kapı kenarından, yine niye vik vikliyor bu şımarık dercesine bir bakış attı. Sonra da patisini yalayıp, olduğu yere kıvrıldı.

Fırının önünden yokuş aşağı yürüdüler. Dar sokağı bitirip de ana yola gelince Rıza, Rızalığını yapmaya başladı. Hadi anladık kediler uzaylıydı da, köpekler neden otomobil lastiklerine işerdi ki? Belki de kokuları daha uzaklara gitsin diye miydi acaba? Evet, bu tez mantıklıydı. Yalnız köpeğin seçip işediği araçlar hep en ucuz olanlardı. “Ulan şerefsiz, git mersedeslerin lastiklerine işesene, gelip gidip garibanların araçlarına işiyon.” Söylediğini köpek anlamadıysa da kendisi gülümsedi.

Eve döndüklerinde saat gece yarısına geliyordu. Akşamdan kalan çayı ısıtmaya koyuldu. Biliyordu ki gece uzun sürecekti. Az sonra karısı, “Ben yatıyorum,” deyip kalktı. Adam mutfakta yalnız kalmıştı. Bardağa çay döktü, yeni bir sigara yaktı. Uzun ve yakıcı bir yazdan sonra, işte sonbahar da gelip kurulmuştu şehrin üstüne. Gece serin, ev sessizdi. Öyle bir sessizlik ki ağaçlardan düşen yaprakların sesini bile duyabiliyordu.  Rıza ve Mualla’dan da çıt çıkmıyordu. Kendilerine girecek bir delik bulmuşlardı kesin. Kız gelene kadardı bu sessizlik. Kızı görür görmez yine kuduracaktı bu Rıza efendi. Sırtını sandalyeye iyice dayayıp, ayaklarını uzattı. Gözlerini yumdu. Kapalı göz kapaklarının ardından hastane, morg ve mezarlık görüntüleri geçti; “Çok zamansızdı, çok,” diye birkaç söz döküldü dudaklarından. Sonra uzanıp telefon ekranındaki saate baktı. Söz verdiği saate az kalmıştı. Aradı.

Telefonu kapattıktan sonra kendi kendine söylendi. “Öğrenmişler yoldayım diye bir şey, ayakta adam uyutuyorlar. Yahu anladık yoldasınız, tamam da yolun neresindesiniz?” Bekleyecekti, yapacak bir şey yoktu. Tedirgin, buruk ve kızgındı. İçinde debelendiği bu düşünceler yormuştu adamı. Ne kadar çabalasa nafile, bir türlü gözünün önünden gitmiyor ki. Kardeşi ve annesinin mukadderatla, hani emanetimiz nerede aralığında ki bakışlarını anımsayınca, sanki o gündeymişçesine boynunu büktü. O zamanda, şimdi olduğu gibi boynunu bükmüş müydü? Anımsayamadı.    

Kulağı sokaktan gelecek motor homurtusunda. Üstelik karısı da kalkıp geldi. Uyku tutmamış. Anlıyordu. Belli etmemeye çalışsa da o da tedirgindi. Karşılıklı uzun uzun sustular.

Belirlenen saati geçmişte olsa, önce motorun homurtusu, ardından da bahçe kapısının sesini duydular. Üstelik Rıza da hareketlenmişti. İkisi de içlerinden derin bir oh çektiler. Çektiler çekmesine ya, bu geç kalma mevzusu ana kız arasında bir sürtüşmeye sebep olabilirdi. “iyisi uzak durmak, diye düşündü. 

Akça pakça yüzü, topuklu ayakkabıları, siyah gece elbisesiyle sağ salim karşılarındaydı işte. Onların ne vakittir unuttuğu kıpır kıpır bir neşeyle konuşuyordu. Adam boynundaki ince gümüş zincirin ucunda parlayan ışıltılı taşı gördü, bir şey demesine kalmadan kızı,  “hediyem nasıl?” diye kıkırdayıp, “tabii, bunun karşılığını da düşünmek lazım” deyince adam içinden, “eyvah, gitti maaşın mühim bir kısmı. Allah vere de bu aralar olmaya şu herifin doğum günü” diye söylendi. 

Karısı ve kızını baş başa bırakıp uyumaya giderken, dönüp tekrar kızına baktı. Güzelliğinin ışıltısı doldurmuştu mutfağı. Bir an bu çocuğu karısıyla ortaklaşa yaptıklarına inanamadı. Göğsü kabardı, kirpikleri sisli bulutların içine girdi çıktı. Sonra da derin derin iç çekip,  karısına baktı, keşke o da burada olaydı da bugünü göreydi diyecekti ya, demedi. Buruk bir ruh hali içerisinde yatak odasına yöneldi.

YORUMLAR

Lütfen Resimdeki kodu yazınız