MEVCUDU OLMASA, DEVRİMİ İCAT EDECEK DEVRİMCİ: MAHİR ÇAYAN

16 Mart 2023 Saat: 10:46
MEVCUDU OLMASA, DEVRİMİ İCAT EDECEK DEVRİMCİ: MAHİR ÇAYAN
Mahir Çayan’ın devrimciliğini, sosyalistliğini cümle alem biliyor.... Ben, insan, arkadaş olarak Mahir’i düşünüyorum günlerdir. Örneği “uçmak” olan, örneği bir uç’ta teori bir uç’ta pratik olan Mahir’i…

SEZAİ SARIOĞLU


Tek kişilik bir devrim(ci) gibi zuhur eder tarihte ve coğrafyada… Sözcüklerle oynayarak devrim olmayacağını fısıldar kulağımıza… Söylediklerinden, yaptıklarından fazladır Mahir. Sadece devrime, politikaya indirgenemez. Çünkü hareket halindeki insan, bunlardan daha büyük ve daha karmaşıktır. Bu yüzden indirgenmiş siyasal çerçeveye sığmadı, sığmaz… Devrim bir alışkanlık değil, kesintisiz bir akışkanlıktır onun için. Devrimi bitirmez, ucunu açık bırakır, ama devrim üşümesin, özü ve sözü soğumasın diye sıkça alıntılarla ateşi körükler…

Turgut Uyar nasıl büyük bir şiirin ortasını yazdıysa o da büyük bir devrimin ortasını yazdı. Devrimin berceste mısraı… Şöyle de söylenebilir, devrimi, üç başından üç ortasından üç sonundan değil her zaman cümle içinde kullandı.

Futbolcu... Devrimin Lefter’i, solaklığı hariç. Lefter nasıl futbolun ordinaryüsü ise o da devrimin… Latin Amerika’dan Che’nin ortaladığı topu, göğsünde yumuşattı, yere indirdi. Kendine özgü(r) çalımlar atarak, oligarşinin ceza sahasına girdi. Mahir bu, orada kalmadı, kitlelerle oligarşi arasındaki suni dengeyi kırmak ve çemberi yarmak için, pi(m) sayısını çekti. Öykünün gerisini zaten biliyoruz; böylece hem tarihe hem coğrafyaya, dünya halklarının bellEğine ve vicdanına geçti… Böylece efsaneleşti…

Deniz Gezmiş, Yılmaz Güney ve Nâzım Hikmet, Musa Anter, vs her “efsaneleşmiş” tarihsel-siyasal figür gibi onu da Edip Cansever’in, “Onun kırmızı yapraklardan yapılmış bir zaman dışılığı vardır” dizesiyle özetlememiz mümkün. Öldükten, öldürüldükten sonra da zamana karşı yarışmak, “efsane” figürlerin temel özelliğidir. Mahir’i ve diğerlerini tabu-tapu haline getirip kutsallaştırmadan yeniden okumayı, anlamayı ve anlamlandırmayı çok geçmeden devrime dahil etmek düşlerimizin borcu… Cümlenin burasında, Ece Ayhan’ın, “Azizim güzel atlar güzel şiirler gibidirler/ Öldükten sonra da tersine yarışırlar vesselam!” dizelerini okuyarak onu, onları imgelemimizde yeniden biçimlendirebiliriz…

Şiir yazdığı bilinir. Şiirle, felsefeyle devrim yapmakla suçlanan Zapatistlerin yanıtı geliyor aklıma: “Şiirle, felsefeyle devrimin olup olamayacağı daha sınanmadı! Ama şiirsiz devrim olamayacağını tarih gösterdi…” Devrimin şiir, şiirin devrim olması gerektiği geliyor aklıma… Devrimcinin devrim, şairin şiir olması gerektiğini düşünüp dünyaya baktıkça, içim üşüyor…

İyi dans ettiğini çok az kişi bilir. Onun dans ettiğini söyleyen bir arkadaşının, bir panelde, dansı devrimciye ve devrime yakıştıramayanlarca azarlanması geliyor aklıma. Sonra da, “Dans edemeyeceksem sizin devriminiz ne işe yarar” diyen Emma Goldman’ı düşünüyorum. Düşünüyorum da, “İnsana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” diyen Marks’ın daha sık kulağımızı çekmesi gerektiğini öneriyorum!

Solak olması avantajı… Maltepe’de Hüseyin (Cevahir) öldürüldüğünde sol eliyle kendini vurdu ama “sol hesap hatası!” yapmış olmalı ki ölmedi. Sol eli onu bize bağışladı…

Açıklama yok.

Bütün mümkünlerin kıyısında”dır Mahir; ölüm, yaşam, teori ve pratik… Bütün kitapların kıyısında… “Bunca okumamaya nasıl vakit bulabiliyoruz” çağına bakıp o dönemin devrimcilerinin okumadıklarını, tartışmadıklarını sanmayın… Mahir, “Kılıç kalkan gürz ve at/ Ta çocukluğumdan beri/ Ne buldumsa okudum/ Sonunda anladım ki/ Bir kitapta resim şart” dizelerinin gereği okudu, çok okudu. Sonunda anladı ki bir kitapta kitaplarda devrim şart. Sonunda biz de anladık ki bir devrimde Mahir(ler) şart… Mahir okuduğu kitaplara verdiği sözü tutarak, itiraz ve işaret parmağını yitirmeden sol’a koyuldu… M. Cevdet Anday, “Ona bir kitap vereceğim rahatını kaçırmak için/ bir öğrenegörsün aşkı/ Ağacı o vakit seyredin” der ya… Harçlıklarını biriktirerek satın aldığı kitaplar onun rahatını kaçırdı… Bu yetmedi, Cemal Süreya’nın, “1948’de Dostoyevski’yi okudum, o gün bu gün huzurum yok” cümlesi hükmünü sürdürdü, kitaplar onun huzurunu kaçırdı… Sonunda o bizim huzurumuzu kaçırdı ve o gün bugün güzel bir huzursuzluk içindeyiz. Resmi tarihe, kapitalizme teslim olmamanın devrimci huzursuzluğudur bu. Devrim için, isyan ve insan için gerekli olan bir huzursuzluk.

İstanbul’da yaşarken, diğer devrimciler gibi Cağaloğlu’ndaki Hachette Kitapevi’nden sıkça kitap çalıp okudu. O kitaplarla dünyayı yorumladı ve değiştirmeye çalıştı. Diğer devrimcilerden farklı olarak İngilizce kitapları okuması “teorisyen” olmasında rol oynadı. Zaman içinde onun teorisyen özelliğinin bir parça “aleyhine” olduğunu, “gölgelendiğini” dönemin “eylemciliğinin” Deniz’e yakıştırıldığını gördük, yaşadık. Can Yücel’in “Mare Nostrum” (Bizim Deniz) şiirinde, “En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de Devrim,/ O, onun en güzel yüz metresini koştu/ En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak.../ En hızlısıydı hepimizin,/ En önce göğüsledi ipi... Acıyorsam sana anam avradım olsun,/Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!” dizeleriyle Deniz’i ölümsüzleştirdiğini biliyoruz. Mahir’in eylemciliğinin “gölgede” kalması zamanın aklıyla ilgilidir. Mahir, teoride doğru söyleyip pratikte şaşmayanlardandır, teorinin kalbini pratikte kırmayanlardan. Kendi bağlamı içinde teoriyi mahcup etmeyenlerden… Devrimi, teoriyi üstüne başına yakıştıran kaç devrimci var şunun şurasında… (“Şairlerin en kötü şiirleri hayatlarıdır”, “Devrimcilerin en kötü devrimleri hayatlarıdır” demem, sadece devlete değil kendi düşlerine de yenilenlerin yanlış yaşamaları ve yanlış yaşlanmalarına göndermedir…)

Tünelci… Tünelde çıkarılan toprağı ne yaptıklarını sorduklarında, “Toprakları topraksız köylülere dağıtacaktık” cevabı yirmi dört ayar teori ve pratik kıymetindedir. Söz tünelden açılmışken, tünel toprağını çatıya serip, zulmün sıratında çiçek yetiştiren tünelcileri anımsamamak olmaz…

(Mahir deyince aklıma dönemin Kürt sosyalistlerinden Hüseyin Cevahir geliyor… Hüseyin’in, sosyalistlerin imgeleminde hep Maltepe’de öldürülen bir devrimci olarak anımsanması, önemlidir ama eksiktir. Hüseyin’in dönemin en önemli edebiyatçılarından biri olduğunu söylemek abartma olmaz. Eşber Yağmurdereli’nin sahibi olduğu Nisan 1968’de ilk sayısı yayımlanan “Yeni Eylem” dergisinde Hüseyin’in yazdığı edebiyat, şiir yazıları bugün bile kıymetini korumaktadır. Hüseyin’inin arkadaş muhabbetlerinde alamet-i farikası olan “Devrim yapsak da ağzımızın tadıyla öykü yazsak” mealindeki cümleyi unutmak olmaz… Maltepe’de öldürülmeden önce Mahir’e son söz olarak da bu cümleyi kurduğu anlatılır bizim mahallenin meclislerinde…).

Cemal Süreya, Orhan Veli şiiri için, “Kendi şiirinin kavgasını kaybetti ama Türkçe şiirin kavgasını kazandı” mealinde bir cümle kurar ya… Mahir, bir bakıma kendi teorisinin ve pratiğinin kavgasını “kaybetse de”, devrimi, devrimciliği, sistem dışına çıkaran, helal değil haram aşkı esas alan, yasak meyveyi yiyerek bir başka anlamda Türkiye devriminin kavgasını kazandı. Teorisinin ve pratiğinin tarihsel siyasal eleştirisi bir yana, Turgut Uyar’ın Nâzım için söylediği, “Mevcut olmasa idi, şiiri icat edecek bulacak adamdır” cümlesinden el alarak, icat edilmesiydi devrimi icat edecek devrimcilerdendir, diyorum…

Che gibi, Deniz gibi bizim mahallenin yakışıklı çocuklarından... İki, üç daha fazla dünyalı… Düşyalı… Şiirler yazan bir Adalı… Değil mi ki Mahir bir ada ve adalıydı, her ada gibi sınırlarının ne olduğunu bilirdi. Bilirdi ama bilmezlikten gelirdi, tarihte zorunluluk teorisi gereği. Bu yüzden Deniz’u Yusuf’u ve Hüseyin’i kurtarmak için, sınırlarını zorladı. Güzel zorladı. Dayanışma zorladı. Şimdilerde devlete yenilip birbirlerine devlet olan siyasi geleneklere, özel ve tüzel şahıslara duyurulur; mücadelemizin en önemli dayanışma eylemidir.

Şiir yazdığını söylemiştik. Kendisi bir şiir oldu sonunda, yıllardır okundu ve okunuyor… Edip Cansever’in, “Gül Kokuyorsun” şiirinden dizeler yolumuzu kessin:

Gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun/ Ve acı ve yiğit ve nasıl gerekiyorsa öyle/ Sen koktukça düşümde görüyorum onu/ Düşümde, yani her yerde/ Yüzü sararmış, titriyor dudakları/ Şakakları ter içinde/ Tam alnının altında masmavi iki ateş/ İki su/ İki deniz bazen/ Bazen iki damla yaz yağmuru/ Mermerini emerek dağlarının/ Şiirler söylüyor gene/ Ölümünden bu yana yazdığı şiirler/ Kızaraktan bir takım şiirlere/ Büyük sular büyük gemileri sever çünkü/ Ve odur ki büyüklük/ Şiir insanın içinden dopdolu bir hayat gibi geçerse/ O zaman ölünce de şiirler yazar insan/ Ölünce de yazdıklarını okutur elbet/ Ve senin böyle amansız/ Gül koktuğun gibi/ Yaşamın her yerinde”

Nedense o benim imgelemimde iki, üç daha fazla ev olarak beliriyor Mahir. 12 Mart Cuntası sonrası, 4 Nisan 1971 Pazar günü fidye için gittikleri ama mücevherlere dokunmadıkları Suadiye’deki ev. Dışarıya çıkmak için alınan ve sonra devrim kasasından iade edilen ödünç para ve eldiven. Sonra yoldaşlarıyla kaçakken kaldıkları ev… Evde vakit geçirmek için, devrim sıkıntısından oynanan kağıt oyunları. Mahir’in arada sırada yaptığı mızıkçılık… Ve sonra Kızıldere’de öldürüldüğü, bir yolunu bulup müze yapıp katliamı teşhir etmemiz gereken ev… (O evden sağ kurtulan Ertuğrul (Kürkçü) geliyor aklıma. Devrimci kültürün birbirimize devlet olma bahsinin örneği olarak, ölmemesi “suç” ilan eden kültür geliyor aklıma. Yıllarca bilinçaltında ve bilinçüstünde taktik ve stratejilerle linç kampanyaları düzenlenmesi hala içimi acıtıyorsa, hala gerekli görüldüğünde bu kampanya sürüyorsa, “ne gelir elimizden insan olmaktan başka” diye dilnot düşmek düşmem gerekiyor tarihe…)

Eski Romalılar “öldü” sözcüğünü kullanmazlar, onun yerine “yaşadı” anlamına gelen “Vixi” sözcüğünü kullanırlarmış. Mahir’in diğer yoldaşlarıyla birlikte devlet dersinde öldürüldüğünü biliyoruz. Ama biz sözcüğün tarihsel, siyasi ve şiirsel anlamıyla onun için, onlar için “öldü” demeyelim… “Yaşadı… Yaşadılar…” diyelim ve itiraz edenler olursa da, “Tarihe bak anlarsın”, şimdiye bak anlarsın” diyerek susturalım.

Tarih teşekkürden de ibarettir. Mahir'e ve On'lara Devrim kere, şiirler kere teşekkürler...

(2009, NARistanbul)

 

YORUMLAR

Lütfen Resimdeki kodu yazınız