Kültür

“Sabah, her zaman çocuktur.”

“Sabah, her zaman çocuktur.”

20 Aralık 2017 Saat: 09:41
“Sabah, her zaman çocuktur.”
“Sabah, her zaman çocuktur.”

“ANNE BANA RUM KARDEŞ DOĞURABİLİR MİSİN?"

“Sabah, her zaman çocuktur.”
Sabah, ikiye bölünmüş bir adada birden fazla çocuktu...
Barış heveskârlarının her sabah çözüm için düşbaşı yaptıkları adaülke’de, hikmetli sorular ve boynu bükük cevaplar arıyordum. “Sorusu ve cevabı kadar sevabı ve günahı da çok bir adadır”, diye tembihlemişti adalı bir bilge. Devletler ortasından sınır geçen bir mührü kazırlardı her gün, görürdüm. Eninden ve boyundan büyük anlamlar ve sırlar gizli küçük bir adaülke’ydi, öğrenirdim. Neresinde olursa olsun her ev sınıra yakındı ve sırdı. Her ev, sınırdı. Sınır yanlış adalıların zihninden de geçerdi, şaşırırdım. Sanki Kuzeyden ve Güneyden oluşan, Doğusu-Batısı olmayan bir ülkeydi. Sanki sözcüklerin de Doğusu-Batısı yoktu. Tüm anlam Kuzey-Güney söylemi üzerine kurulmuştu. Sanki Rumlardan ve Türklerden başka bir kavim yaşamazdı. Maronitler, Ermeniler ve diğerleri unutulurdu. Gerçekliği de imgeyi de böyle oluşturmuştu resmi tarihler, çatışmalar. Adalı bir şair söylerdi ben düşünürdüm; “Hep kaldıramayağımı kucakladım”, kucakları söz yaşlarıyla da doluydu.

Yağmur sonrasında yaseminlerin tüttüğü bir gündü. Çatışmadan söz ediyordu radyolar. Başkasının acısına bakmamayı huy edinmiş yanlış büyükler televizyonlarda yanlış cümleler kuruyorlardı. Sınır olay demekti! Sınırda olay olmuştu yine. Gökte ve yerde uçuşan cümlelerden belliydi… Sınırda “ara bölgede”, “Hiç kimsenin toprağında!” yaşayan ve yaşlanan kuşlar, milliyetçi gürültülerden rahatsız olup göğün en yukarısına uçup, yıllardır aşağıda olup bitmeyenleri seyrediyordu. Yerde okunan kuşlar gökte okunaksız olmuştu. Belki de “Ödleriyle öten kuşlar”dan taklit alıp ödleriyle ötüyordu adalılar. İyilik de kötülük de, aşk da aşksızlık da denizden gelirdi adaya. Adaydı, sınırlarının ve sınırsızlıklarının neler olduğunu bilirdi. Küçüktü ama git, git bitmezdi. Sorular git git bitmezdi.

O bir çocuktu. Adı Türkçeydi. Barışsever bir ailenin çocuğuydu. Adalıydı. Her adalı gibi git, git bitmezdi. Masal gibiydi çocuk. O gün, evlerinin balkonunda sesli harflerle sessiz harfleri, Güney ile Kuzey’i, bir dil ile başka bir dili çatmayı öğreniyordu. Dışarıda çatık kaşlı, çatık sözlü, devlet yüzlüler çoğalmaya başlamıştı. Harfler hemhal olup heceye, heceler cümleye dönüştükçe yeni bir anlam dünyası açılıyordu önünde. Şair halası Kıb-rıs, A-da ve Ba-rış sözcüklerini öğretmişti ona. Kuzey’de sınıra yakın bir köyde, Rumlardan kalan bir evde yaşıyorlardı. Köyün Rumca adı Türkçe bir adla değiştirilmişti. Babasının doğduğu, şimdi bir Rum ailenin yaşadığı ev güney'deydi. Peristerona’ydı adı; “Güvercinlik” demekti. Yanlış yaşayan ve yanlış yaşlanan büyüklerin söylediklerine göre Güney’de yanlış adalılar yaşarlardı. Kötüler, kötülükler orada kalmış, iyiler, iyilikler Kuzey’e yerleşmişti.

Hareketli bir gündü… Adanın kuşlarının göğün en uzağına uçmalarından belliydi bu. Kuşlar delildi. Bir bilge, “kuşlara bak anlarsın” deyince ben “cümle kuşlara selam ederim”, diye de eklerdim. Ama duyan olmazdı. Adı çocuktu, Kıbrıslı Türk bir ailenin çocuğuydu. Türkçe çağrılırdı. Balkonda harf çatan çocuk, elden düşme tankların, tarih dışı çığlıklar atan büyüklerle sınıra geçtiğini görünce korktu. Kuşları ürkütüp kaçıran cümleleri aklında tutmaya çalıştı. Rum “düşmanlar” sınırın ötesinden gelip, harflerini, defterini kalemini çalabilirlerdi. Hatta evlerini alıp Güney’e bile götürebilirlerdi. Askeri araçlar geçerken korkudan elini bile salladı ama dilini, sözcüklerini gizledi. Elini seyretti havada bir süre. Önce elinden korktu. Elini uzattığı istikamette bir kuş gördü; sanki kuşu işaret ediyordu parmakları. Kuş, parmağının ucuna konmuş gibi görünüyordu. Hemen bir kâğıda “kuş” yazıp parmağına bağladı.

Sınır her zaman korkudur…
Korku her zaman sınırdır.

Çocuk aklı bu; parmağını ve parmağına bağladığı “kuşu” unutmuştu bile. O gün duyduğu cümleleri de… Derin adada “Derinya Olayları”nın üzerinden zaman geçmişti. “Hiç kimsenin toprağı” ara bölgede değişik halklardan adalı çocukların “barış buluşması” vardı. Başka çocukların dillerine ve sözcüklerine temas edip “sınırı aşsın” diye “ara bölge”deki muhabbete götürüyorlardı onu. Sınır her zaman korkuydu. Çocuğun aklı bin bir soru, merak ve endişe doluydu. Bir elini annesi diğer elini halası tutmuş, sınırda yürüyorlardı. Sınır kuşları göklerin uzağından yerdeki mekânlarına dönmüştü. Adalılar kuşlardan da alırlardı haberi, belli ki korkacak bir şey yoktu. Buluşma yerine birkaç yüz metre kalmıştı. Halası, küçük yeğeninin ilk kez Rum göreceğini düşünerek, Rumları nasıl hayal ettiğini sordu. Daha önce, çizgi filmlerden etkilenerek şoven Rum motosikletlileri üstü-başı metal uzaylı bir yaratık gibi çizen çocuk sustu. Sınır, büyüklerdi ve çocuk ise kuştu.

Çocuk, gün boyu hiçbir çocuğun toprağında “düşman!” çocuklarla oynadı. Dil aldı ve dil verdi. Elim sende, dilim sende oynadılar. Adanın her tarafından getirilmiş meyveler, yiyecekler paylaşıldı. Adalı kavimlerin dillerinde şarkılar, şiirler söylendi. Dilleri ve sözcükleri büyükler tarafından zehirlenmemiş çocuklarla oynadıkça ezberi bozuldu çocuğun. İyilik ile kötülük, barış ile savaş, düşman ile dost, Kuzey ile Güney, Rumca, Türkçe, Ermenice ve Maronitçe sözcükler zihninde uçuşup durdu. Akşama kadar ezeli ve ebedi “Düşmanların!” çocuklarıyla arkadaş olmuştu. Adı Rumca söylenen özel bir çocukla daha iyi arkadaş olmuşlar, büyüklerden fırsat bulup büyüyünce ada dışında bir ülkede buluşmayı bile kararlaştırmışlardı.

Gün bölünerek biterdi adaülke’de.
Sınır ikiye bölerdi dilleri ve günü. Evler, ikiye kapardı kapılarını. Kuzey’de yağan yağmur Güney’de yağmaz, kendini iki böler, başka zamana saklardı sanki…

“Herkes evine!”, “Herkes kendi yönüne!”, "Herkes kendi diline ve dinine!" vakti gelip çattı. Vedalaşmak üzerine kurulu bir tarihi vardı adanın. Eski zamanlarda, evleriyle, komşularıyla kerelerce vedalaşmıştı büyükler. Şüpheli devletlerin gözü şüphesiz çocukların, şüphesiz kuşların üzerindeydi. Şüphesiz çocuklar kendi dillerince vedalaştılar. Çocuk, geldikleri yoldan, “ara bölge”den Kuzey’e yürüdü. Diğer çocuklar da geldikleri yoldan “ara bölgeden” Güney’e yürüdü. Sınır bitmek üzereydi. Bir soru tarihin içinden uçtu, uçtu, gelip Kuzey’den gelen çocuğun dilinin ucuna kondu. Çocuk, günün özeti olan “soru cümleyi” dilinden kovdu. Cümle bu kez aklına kondu ve orada kuşlardan ses alıp ötmeye başladı. Çocuğun aklına konan cümle, oradan yeniden dilinin ucuna kondu. Artık sınırın sonuna, sınırına gelmişlerdi. Bir adım sonrası ülkeleri, evleri idi. Çocuk Kuzey’i Güney’den ayıran uzayıp giden mavi sınır çizgisini gördü. Çocuk annesinin ve halasının elini bıraktı. Bir ayağını Kuzey’e, diğer ayağını Güney’e basıp sınırı bacaklarının arasına alarak dillendi:
“Anne bana bir Rum kardeş doğurabilir misin?”

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız