Güncel

Sultan Güner ile söyleşi: “Aman ‘siyasi’ sloganlar atmayalım uyarısı bana hep çok ironik gelmiştir!”

Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi’nin “Türkiye’de Koronavirüs Öncesi ve Sonrası Ekoloji Hareketleri” başlığını taşıyan söyleşileri eylem alanlarında tanıdığımız foto-aktivist, eko-feminist Sultan Güner ile devam ediyor;

31 Mayıs 2020 Saat: 01:44
Sultan Güner ile söyleşi: “Aman ‘siyasi’ sloganlar atmayalım uyarısı bana hep çok ironik gelmiştir!”
Sultan Güner ile söyleşi: “Aman ‘siyasi’ sloganlar atmayalım uyarısı bana hep çok ironik gelmiştir!”

“Canlı yaşamın devam ettirilmesinin iki başat unsurunu, yani kadın ve doğayı savunanlar bir yolunu bularak birleşip büyük bir güç oluşturmalı. Kadın ve doğa, yeryüzünde üretici güce sahip olan iki varlık, “Toprak Ana” dememiz bundan olsa gerek. Üretkenlikleriyle var olan bu iki olgu DOĞA ve KADIN çok geniş kapsama alanını içeriyor. Dolayısıyla eko-Feministlerin çoğaldığı, “bisikletin” tüm yaşam merkezlerimizde yaygınlaştığı yeni bir düzeni hedeflemeli ekoloji hareketleri”

“Toprağına, suyuna sahip çıktığı, mücadele edip haklarını aradıkları için polis ve jandarmanın şiddetine, gazına maruz bırakılan çevreci aktivistler ve köylüler, bu direnişleriyle sadece kendi sağlıklarının değil, gaz sıkan polis ve jandarmaların aileleri ve çocukları ile duyarsız halk kesimlerinin de nefesinin güvencesidir”.

Kazdağları Direnişi

Yeşil/Ekoloji hareketinin tarihsel birikimi hakkındaki görüşlerinizi merak ediyoruz? Böyle bir birikimden söz edebilir miyiz? Eğer yanıtınız evet ise bugüne kadar genel bir değerlendirme yapmanız mümkün mü?

Ekoloji konulu söyleşiler dizinizin önemli bir bölümünü okudum. Çok değerli akademisyenler ve çevreci/ekolojist arkadaşlar çevre hareketinin tarihsel evrimini değişik boyutlarıyla anlattılar. Ben ise yakın zamanlarda genelde eylem alanlarında gözlemlediğim gelişmeleri bağımsız belgesel fotoğrafçı olarak sizlerle paylaşmayı ve bu vesile ile görüp hissettiklerimi aktarmayı düşünüyorum. Gözlemlerime gelince, öncelikle şunu belirtmem gerek: toplumlar karşı karşıya kaldıkları olumsuzluklarda eğer bire bir zarar gören kendileriyse ya tepki vermeye ya da iktidar erkinden korktukları için sessiz kalmaya eğilimleniyorlar. Yakın bir zamana kadar sol-sosyalist grupların en azından belli bir bölümünde ‘çevre mücadelesini’ sistem mücadelesiyle  harmanlama ve sistem değiştiğinde çevre sorunlarının da biteceğine ilişkin kestirme çıkarsamalar yapma gibi toptancı  bir yaklaşımın egemen olduğunu biliyoruz. Her ne kadar ekolojik sorunların kapitalist toplumsal yapıdan bağımsız olarak analiz edilmesi mümkün olmasa da, doğaya yönelik saldırıların en azından ötelenmesi için bugünden başlayacak direnişlerin ne denli gerekli ve önemli olduğu da yadsınamaz bir gerçek. Özellikle “darbeler çağı” olarak bilinen 1970’li ve 1980’li yıllarda tüm dünyada ve Türkiye’de baskıcı yönetimler demokrat, muhalif ve düşünen tüm kesimlerin üzerinden silindir gibi geçti ve halkları derinden sindirme politikalarında ne yazık ki göreli de olsa başarılı oldu. Fakat darbeler çağının yasaklarına, ağır cezalarına rağmen irili ufaklı pek çok çevre hareketi kendilerini böyle bir dönemde bile var etmeyi başardı. Bu başarılar yer yer ve zaman zaman tarihe not düşme şeklinde yaşandı. Örneğin ülkemizde 2013’de yaşadığımız “Gezi Parkı Direnişi” bir yandan toplumsal birikimi açığa çıkarırken bir yandan da dünyadaki bütün hareketlere örnek olacak yüksek volümlü bir toplumsal devinim olarak tarihteki yerini aldı.

Yine Türkiye özeline dönecek olursam, Gezi süreci ve sonrasında demokratik hak ve özgürlükler yanında çevre sorunları daha çok öne çıkmaya başladı ve hatta Gezi direnişinin ardından büyükşehirlerde yaşayanlar bile semt parklarına sahip çıkmaya, çeşitli bostanlar kurup toprakla ilgilenmeye ve yerel tohum takas işlemleri yapmaya başladı. Kapitalizmin kent ve kır arasına ördüğü kalın duvarlar her iki tarafa verilen ağır tahribatın kırdakiler ve kenttekiler tarafından görülmesini de engelliyor. Oysa kır tarafına yakından baktığımızda, en temel tarım ürünlerini hatta samanı bile ithal eden, dışa bağımlı bir tarımsal üretim;  kent tarafına baktığımızda ise kentin tarihi ve doğasının iğdiş edilmesi pahasına dikilen gökdelenler, betonlaşma görüyoruz. Medyadaki tekelleşme yardımıyla yürütülen algı mühendisliği, halkın betonu ve gökdelenleri “gelişmişlik”, orman ve doğa yaşamını ise “geri kalmışlık” olarak görmesini sağlıyor. Gelinen noktada ise “kendi canı yanmadan acıyı hissedemeyen bir halk ile” doğa mücadeleleri arasında bir kopukluk oluştuğu görülüyor.

Çok değişik eylem alanlarında bulunup fotoğraf çekip takip etmeye çalışırken alanlarda bir söylem duyuyordum “aman ’siyasi’ sloganlar atmayalım arkadaşlar” uyarısı. Bu söz bana hep çok ironik gelmiştir. Aslında doğanın gasp edilmesi ve peşkeş çekilmesi eyleminin kendisi son derece siyasi bir durumdur. Yapılan bu uyarı ise tamamen politik olan bir duruma a-politik cevap verme çabası gibi görünüyor bana.  Eğer Siyasi ‘erk’in verdiği kararlarla doğamızdan ediliyorsak (tüm karar organlarını ellerinde tutan yönetimler çevre katliamlarına izin vermemişlerse bile onu engelleyecek güçleri mevcuttur, isterlerse bu gücü kullanıp doğanın yok edilmesini engelleyebilirler) katledilirken ‘direniş alanında bile’ bu uyarının yapılması nasıl sindirildiğimizi gösteren basit bir örnektir. Öte yandan, her mücadelenin, yükseltilen her talebin bir muhatabı olması gerekir. Ormansızlaştırmaya karşı mücadele ediyorsanız, sırf siyasi slogan atmamak adına, kesilip devrilen ağaçları mı yoksa ağaç kesimini durdurmak için kendini ağaçlara zincirleyen aktivistleri mi suçlayacaksınız?

Öncelikle “çevre için” yapmak istediklerimiz en basit ifadesiyle şu temel başlıklar altında toplanabilir: çocuklarımızla birlikte ‘temiz hava solumak’, ‘temiz su içmek’,  ‘katkısız doğal ürünlerle beslenmek’, ‘depremde başımıza yıkılmayacak evlerde yaşamak’, ‘sonraki kuşağa temiz yaşanabilir bir çevre bırakmak’. Aslında bunlar en doğal haklarımız ve tüm parti mensuplarını da yeryüzündeki herkesi de kapsayan isteklerdir bunlar. Toprağına, suyuna sahip çıktığı, mücadele edip haklarını aradıkları için polis ve jandarmanın şiddetine, gazına maruz bırakılan çevreci aktivistler ve köylüler, bu direnişleriyle sadece kendi sağlıklarının değil, gaz sıkan polis ve jandarmaların aileleri ve çocukları ile duyarsız halk kesimlerinin de nefesinin güvencesidir.

Koronovirüs salgını ekoloji hareketinin dönüşümü ve gelişimi bakımından olumlu ya da olumsuz bir rol oynamakta mıdır/ oynar mı? Salgının hareketin güçlenmesi için yeni olanaklar doğurdu ise bunlar nelerdir? İçinde bulundugumuz koşulların avantaj ve dezavantajlari nelerdir?

Covid-19 adı verilen virüsün dünyamıza kattığı olumlu gelişmeyi daha çok önemsiyorum. Vahşi kapitalist sistemin doğayı hunharca katletmesine bir nebze de olsa ara vermek zorunda kalması ve sokaklarda çeşitli hayvanları görmemiz, değişik kuş seslerini kapalı kaldığımız evlerden duyabilmek umut verici, bunlar bizleri çok mutlu etti. Tabi ki öncelikle başta sağlık emekçileri olmak üzere kayıplarımız oldukça üzüntü verici hatta kahredici.

Bu kadar uzun ve belirsiz bir süre için evde yaşama pratiğini ‘insanoğlu’ sanırım ilk defa deneyimliyor. Ben bu sürece İstanbul dışında dahil oldum. Ayrıca bu sürecin salgından öte yeni bir dünya düzeni kurulma çabaları hakkında izlediğim değişik videolardaki görüşlerde neyin nereye evrileceği yönünde henüz net bir görüşe ulaşmış değilim. (5G, çip takılması, üretilecek aşının özellikleri vs.)

Bugün bir gence sordum: Bu günlerin sonunda ne olsun istersin diye, yanıt: Herkes dikkat etmeye devam etse, maske ile kalabalık yerlerde sosyal mesafe denilen mesafeyi hep devam ettirseler keşke, dedi. Araçlarda, marketlerde vs, kalabalık yerlerde insanlar üst üste yolculuk etmekten rahatsız, aşırı kalabalık ortamlarda alış veriş yapmak istemediklerini gözlemliyorum.

Küresel ekolojik kriz Türkiye’ye ne şekilde yansımakta? Bugün ülkenin en önemli ekoloji sorunları -öncelik sıralamasına göre- nelerdir?

Ekolojik kriz deyince aklıma ilk gelen öğeler; toprak, hava ve su oluyor, bunların kalitesinin azalması veya kirlenmesiyle oluşan dengesizlik sonucunda ekosistemi oluşturan tüm canlı ve cansız organizmaların bundan direkt etkilenmesi diyebilirim.  Toprağın kirlenmesi önce bitkilerin toprak altı canlılarının sonrada toprak üstü canlılarının zamanla ölmesine hatta nesillerinin yok olmasına varan bir yıkım süreci. Bir de ormanların kesilmesi ve yanması çevrenin çölleşmesine ardından oluşan küresel ısınmayı ekleyebilirim. Ağaçsız bir bölgede fırtınaların ne derece yıkıcı olduğunu, ağaçların yağmurun ve rüzgârın hızını kesmesiyle de adeta kalkan şeklinde doğayı koruduğunu görüyoruz. Betonlaşan kentlerde yağmur suları, toprak tarafından emilip, yer altı ve yer üstü su varlıklarını zenginleştireceği yerde, asfalt zeminlerden ya kanalizasyon giderlerine karışıyor ya da doğrudan denize akarak tatlı su varlıklarının heba edilmesiyle noktalanıyor. Asfaltın ısınmasıyla yaydığı zehirli gazların havayı kirletmesi, nefes alırken teneffüs etmeye mecbur bırakıldığımız zift kokusu aklıma geliyor. Aşırı üretim kaynaklı gaz salınımının atmosferde delik oluşturması ve dünyanın güneşin en zararlı ışınlarına maruz bırakılmasını sayabilirim. Suların kirlenmesi ve kaynakların kurutulması sonucu sadece insanların değil eko sistemdeki tüm canlıların etkilenmesi!

Ekoloji hareketinin bundan sonra nasıl bir yönelimi olacaktır/olmalıdır? Ne yapmalıyız? Ne yapmamalıyız?

Ülke insanlarına suyunun nasıl kirlendiğinin, yiyeceklerinin pestisitlerle nasıl zehirlendiğinin anlatmanın bir yolunun bulunması lazım. Facialar sonucunda kanser hastalığının patladığı iller, ilçeler bunun bire bir canlı örnekleri belki de oralardan başlanmalı.  Birçok çalışma var elbette ama yeterli olduğunu düşünmüyorum yeterli olsa ülkede infial oluşması lazımdı. Ya da mevcut bilimsel çalışmaların topluma hangi kanallarla ulaştırılabileceğinin konuşulup, yeni araçların geliştirilmesi gerekiyor. İnsanların ve diğer tüm canlıların zamanla yok olmasına yol açacak ekolojik tahribatın boyutlarını, nedenlerini ve niçinlerini özellikle iktidara yakın olduğu için üç maymunu oynayan halk kesimlerine kadar ulaştırmak şart gibi görünüyor. 

Foto: Sakine Yıldıran

Ayrıca EKO-FEMİNİZM terimine dikkat çekmek isterim. Bu pandemi sürecinde kadına şiddetin arttığını ve insanlara Evde-Kal deyip doğa katliamlarının devam ettiğini görüyorum. Salda Gölü kumunun kamyonlarla çalınması, Kirazlıyayla, Kazdağları, Kızılcaköy ilk aklıma gelenler. Canlı yaşamın devam ettirilmesinin iki başat unsurunu, yani kadın ve doğayı savunanlar bir yolunu bularak birleşip büyük bir güç oluşturmalı. Kadın ve doğa, yeryüzünde üretici güce sahip olan iki varlık, “Toprak Ana” dememiz bundan olsa gerek. Üretkenlikleriyle var olan bu iki olgu DOĞA ve KADIN çok geniş kapsama alanını içeriyor. Dolayısıyla eko-Feministlerin çoğaldığı, “bisikletin” tüm yaşam merkezlerimizde yaygınlaştığı yeni bir düzeni hedeflemeli ekoloji hareketleri.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Her doğan canlının yaşama hakkı vardır ve bu hak her #canlı kadardır! Vahşice kârlarına kâr katan bir avuç kişinin yaşama hakkımızı elimizden almasına karşı hep birlikte ses vermeliyiz. Muhalefet olarak en büyük sorunumuzun, örgütlenme şeklimizin bile bu azınlık tarafından belirlenmesine rıza göstermemiz olduğunu düşünüyorum.  Aksi takdirde bunca vahşice saldırıya karşı hep birlikte harekete geçilebilmesi imkansız olurdu, dolayısıyla tam da egemenlerin bizim için öngördüğü şekilde  davranıyoruz!

Bölük pörçük çıkan sesler ne yazık ki az kişiye ulaşıyor veya kaynağında susturulabiliyor. Tüm muhalefet güçleri birbirine saygılı şekilde, olaki önceden herhangi bir ayrışma yaşanmış olsa bile her şeyi bir yana bırakıp bu en temel yaşam hakkımızı korumak için bir araya gelip ‘çevre’ tahribatına karşı duran yöre halkının ‘gerçekten yanlarında’ olmakla 3-5 değişik grup destekçilerin bayrak yarışına döndürmemeleri yani sadece desteğe gelmeleri, kendimizin ve çocuklarımızın alacağı nefesi kurtarabilmeli ve gelecek kuşaklara olan borcumuzu doğayı temizleyerek bırakabilsek.

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Bugüne kadar hangi yeşil/ekoloji hareketlerinin parçası oldunuz?

Bağımsız bir foto-aktivist olarak kendimi tanımlayabilirim. Duyduğum yıkım ve talana umursamaz davranamıyorum. Kendime görev edinip gidip çekip sosyal medyadan kendimce duyulmasını sağlamaya çalışıyorum, bunu hiç kimsenin yönlendirmesiyle yapmıyorum, zaten buna gerekte yok.

Toplumda ayrı ayrı çıkan cılız seslerden sıkıldım biraz kendimi toparlayayım derken bu #corona virüs salgını çıktı ortaya şimdi evde kalsak bile gözümüz kulağımız sosyal medyada olan bitende, tepki verme, imza katkısı koyma şeklinde kendimce çaba gösteriyorum.

Ayrıca bahsetmek istediğim 2014 yılında çektiğim bir proje konum vardı, “Bombalara Karşı Sofralar” bu etkinliğin devam edip yaygınlaşmasını isterdim. Bir grup genç arkadaş haftada bir gün bir araya gelip büyük market veya manavlardan “atılmak üzere olan” sebze ve meyvelerle hazırladıkları sofralara çevreden herkesi davet ederek hep birlikte ücretsiz yenmesini sağlıyorlardı.

Bu etkinlik özü itibariyle kapitalist sisteme karşı yapılan (atılmak üzere; çoğunlukla şekli bozuk görülen, vitrin görüntüsü iyi olmayanların ayrıştırıldığı ürünler) aşırı tüketim toplumu olmaya alternatif olarak topluma bir örnek şeklindeydi. Ne yazık ki yaygınlaşamadı.

“Bombalara Karşı Sofralar” fotoğraf gösterimi birkaç değişik fotoğraf kurumunda sunmuştum. Konuyu ilk defa duyan izleyicilerin; bu proje hayata geçer ve her mahallede yapılabilirse “açlık” sorununun kalmayacağını söylemişlerdi. Yeni ve etkin toplum dönüştürücü örneklerden biri olarak aklımızın bir köşesinde dursun isterim. 

Kısa özgeçmiş:

Fotoğrafa 1992’de Zenit başladı, 2007’den beri dijital makine ile çekiyor.

Uzun yıllar İfsak üyesiydi ve birçok fotoğraf projesinde yer aldı.

2013-2018 arasında Red Fotoğraf’ta proje sorumlusu olarak çalışmalar yaptı. En son “Hapishane Projesi”nin sorumlusu ve katılımcısı olarak projeyi ‘Düşler Tutsak Edilemez’ sergisini tamamladı.

Gezi Parkı direnişi ve ardından yaşananları fotoğrafladı. Çeşitli karma sergilere katıldı.

Foto-öykü çalışmaları:

“Türkiye’de Şarabın Öyküsü”

“Kazova Direnişi”

“Bombalara Karşı Sofralar”

“Hrant Dink’in Atlantisi: Kamp Armen”

“Ankara Katliamı” (tanıklığı ile) foto belgesel

“Ankara Katliamı Karar Mahkemesi sonrası” foto belgesel

Bağımsız takip ettiği basın olaylarını video ve fotoğraf olarak paylaşıp duyurma çalışmaları devam etmektedir.

2015 yılında FIAP’ın AFİAP unvanı aldı.

2015 yılından beri T.Gazeteciler Sendikası’nın üyesi bulunduğu, IFJ tarafından verilen Uluslararası Basın Kartı sahibi.

Web: www.sultanguner.net 

Kapak foto: Canan Mengün

Söyleşi: İsmail Akyıldız / 29 Mayıs 2020 / Yeşil Direniş – Ekoloji ve Yaşam Gazetesi

YORUMLAR

Bu Habere Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Net Haber Ajansı Tavsiye Formu

Bu Haberi Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız